Cumartesi, Eylül 26, 2009

Hayattan Kesitler Vol. 004

DİKKAT: Uzun yazı, ona göre başlayın, pek eğlenceli de olmayabilir, geyik içeriği de düşük olabilir, baştan uyaralım, konu ilginizi çekmezse okumadan geçme hakkınız var tabi ki :)

Adım adım İngiltere’ye gidiyoruz bu yazıda, ilk izlenimler fln da var tabi. Çantamızı, valizimizi hazırladık bi gün evvelden. Sıkıntılıymış bu süreç, yok o sığdı bu sığmadı, şöyle koysak daha mı iyi vs... Ama şu vakum torbaları iyi iş yaptı, zira hacimce sert, dokuca yumuşak paltom hayatta sığmazdı. İlk defa rötarlı uçtum, ilginçtir. Halbuki 5dk erken kalktığı bile olmuştu uçağımın. Kaptan pilotumuz anons geçtiydi, yolcu listesi tam gözüktüğünden, pist de müsait olduğundan 5dk erken kalkıyoruz diye. Yok artık dediydim ama bu 5dk’nın hesabını 20dk iç hatlar ve belki de yarım saat ile dış hatlarda kesti FlyPgs. Dış hatlar terminaline de çok erken gitmeye gerek yokmuş, kontuar açılmamış olduğundan mal gibi beklemek durumunda kalıyorsunuz. Fazla kilodan 64tl’mi tokatlayan Pegasus, yurtdışı uçuşta check-in’deki abinin de kıyağıyla 5 kuruşuma el süremedi :) İnsan seviniyor böle şeylere, az buz para kesmiyolar yoksa. Yolunu yapmak lazım, check-in görevlisiyle arayı iyi tutun, abi deyin öğrenciyim, 1 senelik eşyam bu benim yapma etme... Neyse, 3.5 saatlik uçak yolculuğu da yoğun gerginlik yaratıyomuş, öyle İzmir-İstanbul’a benzemiyomuş, bunu da öğrendik. İngiltereye inmek üzereyken kabin görevlileri “Landing Card” die bişi dağıtıo, alın bundan, doldurun. Kabinde doldurmazsanız, inince doldurcaksınız, vakit kaybı yaşanmasın boşuna. Stansted’e inerseniz pek alışagelmedik bi tarz sizi bekliyo. Uçaktan terminale ulaşım trenle sağlanmakta, adamlar her noktada toplu ulaşımı dayamışlar, hatta yarmışlar toplu ulaşımı. Pasaport kontrolde sol taraftan devam edip sıramızı bekliyoruz. Bana denk gelen dayı okuldan kağıt fln sordu yok mu bişi die. Gerek yok aslında ama nie sordu anlamadım, almak fena olmaz belki acceptance letterı. Terminalden çıkınca ztn direk aşağıya kıvrılıyosunuz, ordan tren mevcut şeer merkezine, 19pound karşılığı. Otobüs de var, nerden kalkıyo bilmiom, fiyatı da bilmiyom ama trenden daha ucuz sanırım, alternatif oluşturabilir. Londra merkeze ulaştıktan sonra yapılcak en akıllıca hareket bir metro haritası edinmek, hatta bi de şehir haritası çok şık olur, harikalar yaratırsınız. Metro olayı gerçekten yarmış bi durumda bu şehirde, her yere ulaşım metroyla, bir çok farklı hat var, haritadan bakıp hangi hatta hangi istasyonda aktarma yapılıo kabak gibi görülüo zaten. Vending machine kullanımı da baya yaygın bu ülkede. Metro, tren biletleri direk bu makineler üzerinden alınabilir. Tek kullanımlık bilet yerine günlük almak daha iyi olabilir eğer tek yönden fazla kullancaksanız. Oyster denen bi olay var bi de, aynı bizim Kentkart işte. Kredi yüklüyonuz ya da sınırsız paketler alabiliyosunuz, yelpaze geniş yani baya. Bi de zone olayı var metroda. 1-2 gayet yeterli merkez için, diğerlerini geçin derim, görülcek bişi yok oralarda, he oralarda bi yerde kalıosanız alın tabi :) Metroda da bikaç racon var onları da öğretelim. Gerçi yazıo genelde ama olsun. Yürüyen merdivenlerde sağda duracağnız, sol tarafı hızlı gidenler kullanıo. Koridorlarda yürürken “keep left” yazıları göze çarpar, dinleyin soldan devam edin, İngiliz trafiği gibi... Bi de istasyona inince boş noktalara yönelin, genellikle uç kısımlar, rahat edersiniz (belki :P). Bu otobüs turları var bi de, şehri yüzeyden keşfetmek için çok ideal, hem az çok öğreniyosunuz ne var ne yok nedir ne değildir. Big Bus Company tavsiye edilebilir, beleş bot turu fln da veriolar bilete. İlk günden otobüs turu sorası kendinize gezi planı çıkarmanız daha kolay olabilir, o yüzden otobüs turunu ilk günlerde yapın, hatta ilk gün yapın. Yaya olarak gezdiğiniz süre içinde en çok kastıran trafiğin tersten akışı olacak kesinlikle. Alışmak zaman alıo baya, ama kaldırım kenarlarında yazmış adamlar hep sağa bak sola bak diye. Yayalar için olan trafik ışıklarını pek sallayan yok, yani şöyle ki, siz yayasınız, eğer yol müsaitse ama size kırmızı yanıyosa beklemeyin geçin. Zaten görceksiniz pek bekleyen yok herkes geçiyo, apaçelik olmaz, göze batmazsınız merak etmeyin :) Yaya geçidi olayıysa pek hayli eğlenceli, yaya geçidi gördüğünüz an yola atlayın, durup yol veriyo araçlar. Ne kadar şaşırtıcı di mi? Aslında olması gereken bu ama ne yazık ki ülkemizde göremediimiz bi olay. Bu İngilizlerin trafiği gibi prizleri de bi acaip, dönüştürücü şart. Böle 3lü fln garip bişi. Esas bomba musluk sistemi de farklı. Lavabodaki musluktan ne beklersiniz. 2 vana olur di mi, biri sıcak biri soğuk, bi tane de musluk ağzı olur ordan akar su. Ya da aç kapa olur sağa sola çevirir sıcaklığı ayarlarsınız akar tek bi yerden. Bu armutlar 2 ayrı musluk koymuşlar sıcak ve soğuk için. 2 ayrı musluk, 2 ayrı vana, 2 ayrı musluk ağzı demek. Böyle bi dingoluk görmedim ben, umarım yurdumda böle değildir sistem, yoksa bi musluk kapıp değiştirebilirim. Alışveriş sorası sıra sistemi de biraz farklı, gerçi ben sadece Tesco’yu ziyaret ettim diğer yerler nasıldır bilmiyorum ama. Tek bi yerden kuyruğa girip bekliyosunuz. Kasa boşalınca çağırıolar sizi, çok mantıklı bi sistem, çakal gibi “acaba hangi kasa daha boş lan, hangisine girsek sıra önce gelir” gibi düşüncelere boğulmadan ödemenizi yapabiliyosunuz. Aklıma gelmişken diyim, bazı metro hatlarının 2 farklı güzegahı olabiliyor, binmeden önce bakın bi dinleyin, elektronik tabeladan takip edin, sizin gitmek istediğiniz güzergah mı :) Gerçi en kötü ihtimal bi soraki durakta inersiniz, çok bi kayıp olmaz, dakkada bir metro geçiyo çünkü. Şaka değil gerçekten her dakika var sanırım. Bisiklet olayı var bi de şehirde. Baya bir bisikletli var hatta benim gittiğim gün flywalk adı altında bi bisiklet turu vardı. Bisiklet yolları ayrılmış şeritle, hatta trafikte yaya geçidi gibi bisiklet geçişleri var, baya kullanılan bi araç, adım başı da bisikletçi var. Biraz da gezdiğim yerler hakkında yazayım. Millenium Bridge’den kesinlikle geçin, akşam geçin ama, köprünün karşı kıyısından St. Paul’s katedraline bakın bi. London Eye çok yavaş dönüo, ben binmedim gerebilir diye :) Big Ben, Tower Bridge bunlar da görülmeli. Trafalgar’a gidin mutlaka, Big Ben şahane gözüküyo burdan. National Gallery beleş, fütursuzca gezin :) Oxford Circus, Piccadilly Circus gibi isimler yanıltmasın, “circus” meydan anlamında burda. Oxford Street mağazalarla dolu, dayaklık tipler de içermekte baya. Camden Town çok şahane bi mekan, sokak pazarı, ucuz ürünler, ucuz yemek, leş bi hayat, alternatif bi mekan, güzel orası da görün mutlaka. Bu şehirde metro istasyonu bulabildiğiniz takdirde kaybolmanız mümün değil. İzmir için denizi bulmak neyse burası için de metro istasyonu bulmak eşdeğer. Şimdilik bu kadar gibi, Milton Keynes ve hemen akabinde Cranfield yazılarıyla devam edeceğiz. Hatta uzunca bi süre Cranfiled ile devam edebiliriz :) Milton Keynes nasıldır bilmiorum ama Londra gidilesi bi yer, para buldukça ziyaret edeceğim gibi. Hatta bloguma abonelik sistemi getireyim, para gönderin siz bana, ben de Londra’ya gideyim sık sık, yazılar yazayım sizin için, sırf sizi düşündüğümden yani :P Baya uzun olmuş ya, sıkılcak olan okumasın, bunu da sona yazarım akılları alırım yine.

Akla Takılanlar Vol. 008

İnsanın kendiyle barışık olması nasıl salakça bişeydir ya. Opposite approach diye bişi çıkarcam artık, bazı kavramların tam karşıtlarını inceleyerek ne kadar saçma olduklarına gözler önüne sereceğim, evet yaptım gibi bunu, ama bu yazı burda olsun şimdilik. Neyse efenim ne diyorduk; insanın kendiyle barışık olması. Farzedelim ki insan kendiyle küs. Kendi kendine konuşma yok, durum hakkında düşünme, istişare etme yok, kafa boş. Bi düşünce oluşuyo, mesela “acaba çıkıp 2 bira mı çaksam denize karşı” diyosunuz, sora “yok ben senle küsüm necati/hayriye (neyse artık isminiz), bi bok yok sana bugün hayatta gelmem senlen bira içmeğe” diyosunuz. Olamaz böle bişey lan!!! :) Herkes kendiyle barışıktır, kendiyle küs insan da delidir bildiğin.

Çarşamba, Eylül 16, 2009

Conceptual Approach Vol. 007

Motorsporları dünyasını kökten değiştirecek bi proje var bu sefer. Şimdi pist yarışlarında dikkat etmişinizdir, bi bayrak olayı vardır. Misal F1'de. Sarı bayrak, mavi bayrak, yeşil bayrak, çift sarı bayrak, kırmızı bayrak, vs... Bu bayrakları orda sallasınlar diye de bi ton gözetmen olur. Sürekli pisti takip etmek gerekir, bi yandan bayrağı zamanında çekmek gerekir, yoğun stres yani. Konseptimiz: Elektronik Pist Sistemi. Şimdi, bu bayrak sallanan kulelerden bayrakçı gözetmenlerimizi çekiyoruz, çok şahane LED tabelalar koyuyoruz yerlerine. Her kule için de 2 kamera, aksi yönlere bakan, yarış merkezinde 2 monitör, 2 gözetmen yarışı merkezden takip eden. Ya da daha da bi otomasyon, şahane bi bilgisayar yazılımı, araçlarda transponderlar, bilgisayar analiz edip hangi kule için hangi bayrağı çekçeğine karar veriyo, pistteki LED levhamız da bu renkte yanıyo. Gayet şahane bi sistem bence. Hem pist üzerindeki her hareket garanti, hem iş gücünden kazanç. Ödül bile alır lan bu proje, FIA'dan destek de alır, kesin hayata geçer 3-5 yıla. Acaba yapıp köşe mi oldum bu projeyle :P

Akla Takılanlar Vol. 007

Arkadaş Tefal bir fritöz yapmış, 500 kaada itekliyo, belli değil. Olayı da bi kaşık yağla kızartma yapması. Az yağ koyuyon hani yağsız olur, sağlıklı olur gibi bi inanış var ama... Diyelim ki patateslerimizi 5lt yağa dayadık öyle kızarttık. Bu kızartma işlemi sonucunda o tavadaki yağda (ya da 5lt dedik tavaya olmaz o kazan fln olur :P) Her neyse o 5lt'lik yağın hepsi uçup gidiyo mu ki?? Ne farketçek hocam ha 200ml olmuş 1500lt olmuş. Kızartma kızartmadır yani, yağı kızdırcan iyice öyle dayıcan pattizi fazla yağ çekmesin istiyosan. Yoksa olayın az yağ koymakla çok yağ koymakla ilgisi yok sonuçta yemiyosun o yağı, sadece kızartma aşamasında orada bulunuyo o kadar. Çok aptalca bi buluş olmuş Tefal'inki, o kadar da uğraşmışlardır üzerinde gerizekalılar, böyle de damgalarım hemen insanları, zerre acımam.

Salı, Eylül 15, 2009

Sevilen Öğeler Vol. 001

Nefret ettiklerimizi yazıoz sevdiklerimizi de yazalım bari :)
Soğuk ve taze bira, muhteşem.
Bira-pattiz, rakı-balık gibi kombinasyonlar.
Beklenmedik bi anda herhangi bi giysinin cebinden çıkan para, lotoda kazanma hissi veriyor yemin ediyorum.
Güneşli hava, yağmurdan da nefret ederim, yağcaksa gece yağsın kardeşim, gündüz güneşli olacak.
Akşam boyozu, gece gece kilo almak, göbeği bir level üste taşımak için ideal.
Her türlü vergisiz kazanç elde eden esnaf, balık ekmekçi olsun, midyeci olsun, kokoreççi olsun. Vergisiz kazanç lezzetlidir.
Sabahlayıp gündoğumunu izlemek, keza akşamlayıp günbatımını izlemek. Günün geri kalan kısmında bi aksiyon yok. Bu yönden aslında uçak yolculuğu ile çok benzer; tek aksiyon kalkarken inerken, arası tırt.
Uçağın kalkış anı, hastasıyım.
Deklanşör sesi, ama kompakt makinenin o salak sesinden bahsetmiorum, slr olcak cihaz.

Nefret Edilenler Vol. 004

Bitişik yazılan bağlaç olan "de".
Ayrı yazılmayan soru ekleri.
"Kontör" yazmasını beceremeyen bakkal.
Beleş biniş hakkımı hiçe sayıp 0.90tl yiyen kentkart.
Sıcak bira, çok lanet bişi.
1tl altındaki meblağın lafını yapan esnaf. Hayır beleş versin demiorum ama hesap 101tl ise o 1tl'yi yazmaz artık insan, ayıptır ayıp!!!
Vaktinde gelmeyen otobüs, çok başıma geliyo şu sıralar, acaip bilendim ESHOT'a.
Herhangi bi toplu ulaşım aracında zırıl zırıl zırlayan bebek, daha da kötüsü eşşek kadar çocuk.

Akla Takılanlar Vol. 006

Arkadaş yine reklamlardan gideceğim ama bu seferki hakkaten çok asabımı bozdu. Reklamımız Kosla halı şampuanı. Sabah sabah gördüm içim kalktı kahvaltı ederken, bu nasıl bi pisliktir ya. Evde bi tane piç afedersiniz halı pisliklerinden, na böle yumak yumak olanlardan toplamış tıkmış bi torbaya. Görüntü nasıl iğrenç ama, saç mı ararsın, kıl mı ararsın, tüy mü ararsın... Her bok mevcut. İtoğluit bi de sora halıyı fln kanırtıyodu galiba içim kalktı sonuna pek dikkat edemedim ama orda da bi pislik deryası ekranı kapladı. Tamam hadi halı şampuanı, bunları temizliyo diye göstercen diyelim; ulan o zaman tuvalet kağıdı firmaları napsın, onlar da göstersin mi neyi temizliyolar. Reklamı yapan ajansı bulsam, hatta kreatif ekip diye geçinen o denyoları bir bulsam hiç bir şey söylemeden direk yumruğu yapıştırabilirim suratlarına, bu ne iğrençliktir lan!

Conceptual Approach Vol. 006

Eğitici, öğretici, bilgilendirici, mantıklı bir yazıdan sonra yeniden saçma, gereksiz, amaçsız, mantıksız bir yazı yazma isteği içimde dinmek bilmeyen bir şekilde mudullamaya devam ediyor. Konsept değil de bu sefer bi cihaz. Türk kahvemizi içtik mesela, sora napıoruz? Fal bakmak için kapatıyoruz, şöle bi döndertip dıştan içe çevirmek suretiyle soğumaya bırakıyoruz. Buradaki işlemlerin hepsi enerji, ATP, ve vakit kaybı. Yazıktır yaw!! Şimdi şöyle bi cihaz geliştiriyoruz; teknik çizim fln yok bu arada, fikri veriyorum, dileyen üretir köşeyi döner. Kahve için santrifüjlü fala hazırlama makinesi. Nasıl çalışıyo peki? Kahvemizi içtik, tabağı fincanın üzerine koyup cihaza yerleştiriyoruz. Start butonuna basmamızla beraber kahvemiz önce bir santrifüje uğruyor, iyice allak bullak oluyor içi. Akabinde hidrolik bir sistem yardımıyla dıştan içe doğru çevriliyor ve sıvı azot dolu soğutma tankına (takriben -50 santigrat derece) daldırılıp çıkarılıyor. Vakit kaybına son, fala bakılmaya hazır halde fincan, hem de 8 saniyede, muhteşeem!!!

Hayattan Kesitler Vol. 003

Geçen sene bu zamanlar hayat ne kadar rahattı. Tek derdim ders seçmekti, iki seçimlik ders arasında kalmıştım nelerdi hatırlamıorum şu an ama, aldığım derslerden gayet memnunum. Şimdi ders seçecek olsam zerre düşünmem yine aynılarını alırdım. Üniversite süreci sıkıntısızmış aslında, yani o sene ne yapçağın, nerede olcağın belli. Nasıl bi ortam belli. Hayatımın episode bilmemkaçı, bi gerginlik yok değil. Sebep master için üzerinde güneş batmayan topraklara (bkz. Birleşik Krallık, krallık yani, karizma :P) gidecek olmam. Gerçi geçen sene de başvuru sıkıntısı vardı. Bi anlatayım istedim bu süreci, belki bi faydası olur birilerine. Öncelikle süreç karar alma aşamasından başlıyo. Ben bunu istiyorum aga, yaparım dediğiniz an yola girmiş bulunmaktasınız. İkinci adım coğrafi bölge, ülke, okul gibi etmenlere şöyle bi göz atmak olmalı. Bu adamlar ne yapar, ne öğretir, ne gibi programlar vardır, okulun prestiji ne alemdedir, para durumları nasıldır, ne gibi koşullar beklerler vs vs... Çok detaylı olmasa da en azından girilecek olay hakkında bi fikir sahibi olduktan sonra "requirements" kısmını yavaş yavaş doldurmaya gelir. İlk adım TOEFL ve GMAT. Bunlar olmazsa olmaz, bazen olmasa da oluyo aslında ama olsa daha iyi. Okuldaki eğitiminiz İngilizce ise TOEFL ilk aşamada gerekli olmayabilir, fakat sonradan istenebilir de, lakin benim okul istediydi. Bu sınavlar dünya para tutar, sonuçları da biri 4 biri 5 okula beleşe yollar hangisi hangisiydi hatırlamıyorum şu an. Ekstradan göndertmek için para bayılırsınız yine (TOEFL $18, GMAT $25 idi yanlış hatırlamıyorsam). GMAT'de şöyle bir çakallık var ama, sınava girmeden önce sonuçların gideceği okulları belirlemeniz takdirde beleş göndertme olayından faydalanabiliyorsunuz. Sınav bitince şak diye bi erkan çıkıo, seç bakalım 5 okul diyo. Sonradan göndertirim boş geçeyim şu an derseniz, göndertirsiniz soradan da, ama parayla. Bu sınavları da hallettik, okuldan belge topluyoruz sonra. Yeterince transkript, not denkliklerini gösteren belge, eğitim dili İngilizceyse bunu kanıtlayan belge, güncel transkript. Bunlar da tamamsa sıra referans mektuplarına geliyor. Artık bu aşamada okulların kesin belli olması lazım çünkü bu mektupları okula hitaben hatta admission departmanında kim varsa ona hitaben yazdırmamız lazım. Çoğu okulun kendi formatı vardır, ama mesela 7-8 okula başvurcaksanız hocanız oturup da 7-8 formu ayrı ayrı doldurmaz. Çözüm şu; başvurmak istediğiniz okula öncelikle bi mail atın; hacı deyin, ben 7-8 yere başvurcam, hocam ayrı ayrı dolduramaz bu formları ben size antetli kağıda imzalı mimzalı, istediğiniz soruların cevaplarını kapsayan bir ref. mektubu versem uygun mudur? Bu maile gelen cevap %99 uygundur olacaktır zaten içiniz rahat olsun çok fazla kıl okula çıkacağını zannetmiyorum. Haa unuttuk bi de işin SOP kısmı var, diğer bir adıyla Motivation Letter. Bu bazen 2 bazen 3 sayfayla kısıtlanır, kendinizi, o güne değin yaptıklarınızı, master programını neden istediğinizi anlatırsınız. Nolcak lan yazarım ben bunu deyip son ana bırakmayın, 80 kere düzeltmeniz gerekebilir; hatta net gerekir. Şakası yok bu işin çok ciddiyim dikkatli yazın, uzun bi zaman dilimi ayırın. Ref. olayına geri dönecek olursak, okulda sizi tanıyan, bilen, başvurunuz için etkili olabileceğini düşündüğünüz hocalarınızın kapısını çalın. Deyin böyle böyle. Zaten genel bi formatları hazır olur hocaların, kimisi kendi yazar bu formata göre, kimisi sen yaz getir ben imzalarım der. Halledilir yani bi şekilde. Bunları da temin ettik, işimiz baya azaldı. İlave etmek istediğiniz dökümanlar varsa bunları da başvurunuza mutlaka ekleyin; önemli gördüğünüz sertifikalar olabilir mesela, ben onları eklemiştim. Bi de cover letter yazdıydım başvurumla birlikte, bu da bence önemli bi nokta. Programı ne derece istediğinizi belirten bi etmen, bi de kibarlıktır yani, ayı gibi "al, bu da benim başvurum" demektense olaya inceden bi giriş daha hoş. He bi de CV'nizi ekleyin. Gerçi ben durumu paper based aktardım ama çoğu okul başvuruları online alıyo, belgeleri de tez zamanda göndermenizi istiyo. Neyse, başvuruların online kısımlarını hallettiniz, zarflarınız hazır, herşey tamam gibi. Şu adımda bi durun. Benim yaşadığım olayı anlatayım, okullara online başvuruda bulundum, 1 ay kadar sora da tüm okullara belgeleri kargoladım. Aradaki süre kesinlikle benim belgeleri hazırlamamla ve referans almakla alakalı. Neyse, belgeleri kargoya verdiğim gün eve geldim, mailbox'umda okuldan bir mail, kabul edildiniz diyor. Aynı gün kabul edildiğim an zafer turu atıyorum Bostanlı'da demiştim, büyük şok ve sevinç oldu. Bu mailde diyordu ki size bir formal offer letter yolluyoruz, oradaki şeyleri tamamlayıp bize gönderin. Bu formal letter geldi, bir de baktım benim kargoladığım şeyleri istiyo adamlar. Buradan çıkacak ders şu, online başvurunuzu yapıp bekleyebilirsiniz, kabul alırsanız belgelerinizi gönderirsiniz, kargo parasından yırtarsınız. Kargo için de SB Taşımacılık adlı şirketi öneririm, fiyatları iyi, hızlı da taşıyolar, bi sıkıntım olmadı benim. Offer aldınız, belgelerinizi yolladınız. Olay bitti sanıyosanız çok yanılıyosunuz :D Bi kaç kargo daha yapmanız gerekicek muhtemelen, misal mezuniyet belgesi, final transcript, diploma, bankadan alınan finansal durum belgesi vs. Diploma olayı çok önemli, okuldan mezun olur olmaz dilekçenizi verin öğrenci işlerine, diplomanız hemen çıkarılsın. Yoksa master programına kaydınız askıda kalabilir. Bunlar da tamam, pasaport zaten el altında olmalı da, vize işlemlerine girişiyosunuz bundan sonra. Netten arayın bulun neler istiyolar hazırlayın gidin. Danışmanlık şirketlerine para vermeyin boşuna. Ha bi de aklıma gelmişken kimlik belgesi, ya da ne bileyim lise diploması gibi belgeleri kendiniz tercüme edin. Sıkıntı olmaz, okullar kabul ediyo bunu. Gerekirse zaten onaylı tercüme isterler sizden, yok yere notere, tercümana para bayılmayın. Bunlar da hallolduktan sonra bir engel kalmıyo artık, unuttuğum şeyler olabilir belki, hatırladıkça güncellemeye çalışırım. Genel hatlarıyla konuyu ele aldık, daha spesifik olarak ben ne boklar yedim bunun macerasını da daha sonra paylaşmayı düşünüyorum, çok ciddi bi yazı oldu bence, baştan ilgi çekmediyse ya da gerek duymuyosanız okumamanızı salık veririm, bunu da sona yazmam baya saçma oldu ama... :)

Pazar, Eylül 13, 2009

Copyright

Belirteyim bunu da sora çalarlar çırparlar, derler "hacı sen benden alıntı etmişin". Yok öyle bişi, bizzat kendim yazarım, zerre alıntı yapmam. Blogumdan izinsiz alıntı yapan da ayı oğlu ayının oğludur, g.ttur...

Conceptual Approach Vol. 005

IKEA, "Evinizin Herşeyi" değil mi? Rekabet yaratıcı konseptlere takmış bulunmaktayım, şu anki hedefimiz IKEA, konseptimiz ise "Evinizin Hiçbişeyi". Şimdi bu IKEA kastırıyo böle mühendislerini şöyle işlevsel olsun, böyle ergonomik olsun, ambalaj ufak olsun vs. Gerçekten de çok işe yarar şeyler yapıo adamlar, basit ama işlevsel, takdir ediyorum kendilerini, pek ihtiyaçları yok gerçi benim takdirime ama ben çağrımı yapayım yine de: Sevgili IKEA CEO'su efendi, size kendi imkanlarımla kil tablete hazırladığım plaketi vermek istiyorum, artık siz mi gelirsiniz yoksa benim uçak biletini alırsınız HQ'ya ben bilemem. Lafı fazla dolandırmadan biz kendi konseptimize giriş yapalım. IKEA bi taraflarını yırtıyor ev için faideli bir şeyler üreteyim diye. Biz napıoruz? "Evinizin Hiçbişeyi" mottosunu yakalamak için işlevsiz, saçma sapan, gereğinden büyük kutulara konulmuş, yapılması hiç de pratik olmayan, evinize koymaya tenezül etmeyeceğiniz şeyler üretiyoruz. Hatta mühendisler tuttuk bunun için. İşlevsiz mobilyalar, ev araç gereçleri tasarlamaktalar. Öyle sıkı bir tasarım sürecimiz var ki tasarım aşamasında bir işlevi olduğunu farkettiğimiz ürünü türlü modifikasyonlarla kullanılamayacak hale getiriyoruz. Misal bir tasarımcımız bank formunda birşeyler yaptı, bölüm şeflerimiz hemen bunu farkeder, "la bu insanlar bunu bank olarak kullanabilir Niyazi, dik tasar et de bunu oturamasınlar" der, tasarım hemen değiştirilir, saçma, mantıksız bir hal alır. Hatta 10, 15 belki de 20 kere değişen tsarımlar bulunmakta bünyemizde. Çok para getirebilecek bir konsept, adeta niche marketing.

Conceptual Approach Vol. 004

Hayatınızı değiştirecek, dünyaya bakış açınızı 180 derece kaydıracak, inanılmaz bir konseptten bahsedeceğim şu anda. Konseptimiz: İHMALATHANE. Evet, yanlış yazmadım, imalathane değil, keza birşeylerin üretildiği bir yer değil. Adı üzerinde herşeyin sktredildiği, hayatın bir boşluk üzerinde döndüğü bir yer. İhmalathanemizde herşeyi ihmal ediyoruz, sıfır iş yapıyoruz. Çıkış noktası çok tuhaf aslında, sene geçen (2008 :)) Dikili'ye doğru yol almaktayız, araçta bulunanlar Önder, Ali, Durul, Yılmaz, ve Eray (ben). Trafiğin çileden çıkardığı zamanlar, Çiğli geçitleri yapılıo fln o havaalanının ordan geçen leş yoldayız, bünye geyiğe susamış... Neyse, yol kenarında bi tabela göze çarpıyo: "XYZ İmalathanesi", XYZ ne boktu hatırlamıorum şu an, zaten önemli de değil, esas bu noktadan sorası önemli, o geyik önemli :) Bu noktadan yola çıkarak ihmalathane projemizi geliştiriyoruz. Mesela bekleyen 5000 tane siparişimiz var, biz bunu ihmal ediyoruz, yapmıyoruz. Fabrikada yangın mı çıktı, su mu bastı; ihmal ediyoruz. Hammadde sıkıntısı mı var? İhmal et hacı. Bu şekilde köşeyi dönmek an meselesi, gerçi köşeyi de ihmal edersek, dönmeye gerek kalmaz... Boşveeeer, getir ordan iki çay getir sen...

Cumartesi, Eylül 12, 2009

Aaaaaaaaaaaaaaaa!!!!!!!!

Günlerdir hatta haftalardır yazı yazmıyorum ya ne bilendim kendime belli değil. Peki yazmadım ama bu süre içinde ne yaptım. Öncelikle tatil yaptım, 1 gece de olsa tatil yaptım :) Onun dışında evde oturup mal gibi film izledik, günlerce film izledik, ah Bahar bi de Exorcism izleseydik, oy çokluğuna da sahiptik, ezici üstünlüğe sahiptik... Başka ne yaptım? Bilgisayarıma ayar çektim, artık çakma bir Mac sahibiyim, Vista'ya göre cayır cayır çalışmakta. MSN'in leş olması ve Nokia PC Suite olmaması dışında bi yamuğu yok işletim sisteminin; canavar gibi. Desktop'umdan ayrılmak zorunda kaldım, hatta bugün garanti belgelerini çöpe attım tarihleri dolduundan. Ne çok severek almıştım onu, kendi ellerimle toplamıştım, her parçasına dokunmuştum... Farkettim ki desktop bilgisayar kullanıcısıyla daha derin bağlara sahip. Tabi bu toplama olmak koşuluyla geçerli. Duygusal bir bağ vardı bilgisayarımla aramda. Hatırlarım da soğuk bir kış günü, aslında çok da soğuk da değil. Babam al şu parayı dedi kendine bilgisayar al. Ben o paranın yarısı kadar daha ekleyip çok canavar bişi almıştım, bi ay aç gezmiştim ama almıştım. Bazı parçaları bulmak için g.tumu yırttıydım. Anakart misal, nası bela bişise bitürlü bulamadıydım. Neyse, neticede desktop bilgisayar açıktır size karşı, sıcaktır.. İnsanı şekilden şekile sokmaz karşısında otururken. Ama laptop öyle mi??? Laptop soğuktur insana karşı, kapalı bir kutudur.. İletişim kurması zordur, keza tornavida alıp dalması da g.t ister. Desktopa istediğiniz zaman dalabilirsiniz, kasayı açar mutlu olursunuz. Sevgili desktop'um, seni çok özliycem, çok gürültü çıkarıodun gerçi ama iyidin bea hacı... Macbook aldıım an silerim ama kralını tanımam :D ya da i7 işlemcili bi desktop, insanoğlu böyle işte :D

Akla Takılanlar Vol. 005

Bir zamanlar pembe dizi modası vardı. "Cesur ve Güzel" olsun "Yalan Rüzgarı" olsun bir döneme damgasını vuran dizilerdi. O zamanlar Türk dizi sektörü oldukça zayıftı. "Bizimkiler" vardı bi, o kadar. Hatırladıım başka insan gibi dizi yok galiba. Şimdilerde patlama yaşayan dizi sektörüğne o zamanlar alternatif yabancı diziler projesi kapsamında müdahale etseydik bugün dünyanın en çok izlenen dizilerine sahip olabilirdik. Mesela bir "Cesur ve Güzel" alternatifi olarak "Pısırık ve Leş"... Bu dizileri hiç izlemedim ama bahsi geçen dizideki hatun cesur ve güzel ise bizim dizmizdeki de pısırık ve bir o kadar da çirkin olmalı. Adamlar "Ugly Betty" diye dizi yaptı, tuttu. "Yalan Rüzgarı"na altenatifim ise "Doğruluk Dinginliği" adlı dizidir. Yalanın bini bi para olan bu diziye karşılık herkesin doğruyu söylediği, doğruluktan şaşmadığı, buna rağmen soğukkanlılığını ve sakinliğini koruyabildiği bir dizi hayal edelim. Misal "Aşk-ı Memnu"yu bi hayal edelim bu konseptte. Bihter gidip diyecek ki Adnan'a ben Behlül'e hastayım, o da "he iyi o zaman ben de hizmetçilerden biriyile takılırım" dicek fln. Ama gerilim olmıcak dizide. Tutar mı peki, bence kesin tutar. "Pısırık ve Leş" ile kaçırdığımız treni "Doğruluk Dinginliği" adlı diziyle yakalayabiliriz, evet Türkiye, bunu başarabiliriz.