Cumartesi, Aralık 05, 2009

Zorlu Cranfield Haftası

Arkadaş nassı bi haftaydı, neyse ki bitti ama ben de bittim.. yarın londra semalarına atmam lazım kendimi yoksa köy hayatı fln yalan durum içler acısı :)Öncelikle şunu belirteyim, ilk dönem bitti gibi bişi, ama son hafta gerçekten çok acılı oldu. son 3 gün içindeki 8 saatlik ders programı gerçekten yıpratıcı nitelikte. O neymiş ya günde sekkiz saat ders olur mu, hadi oldu diyelim arka arkaya 3 gün olur mu, hadi arka arkaya da 3 gün oldu diyelim bu kadar acaip seviyelerde olur mu... Keywordler nedir bilmiyorum ama cranfield'a gelecek olanların dikkatine, 4 saatten fazla ders gördüğünüz haftalarda kaçmaya bakın, yoksa error, mavi ekran, bu tarz şeyler kaçınılmaz...

Perşembe, Kasım 26, 2009

Nefret Edilenler Vol. 005

Arkadaş ben şunu anladım, gece saat 1'den sonra bu windows iflas ediyor, böle sümük gibi bişi oluyo. Gündüzleyin çatır çatır çalışan, arada saçmalasa da en azından hız konusunda sıkıntı yaratmayan windows 7, gece kurtadam oluyor yeminlen. Niye hala ısrarla kullanıyorum peki?? Şu sebepten, mac osx dahili mikrofonu tanımadıı için skype görüşmeleri yapamıyorum, skype için koca bilgisayarı (12'' laptop) yeniden başlatmak zor geliyo. Harici mikrofon siparişi verdim galiba. Amazon.co.uk'den, free shipping ilen, oh mis...

Götten Uydurma Yemek Tarifleri Vol.005

Gotumuzden uydurduyduk bunu da ama acaip tuttuğum bir çeşit oldu. Aslında bir kahvaltı öğesi, ufak bi atıştırmalık. Evet, mantarlı cheddarlı sandviçten bahsediyorum :) Sürekli peynir türleri ve roasted chicken ile yapılan sandviçlerden gına gelir, yeni lezzetler aranmaktadır. İşte tam bu noktada dahil olduğu her gıdaya ayrı bir tat katan mantar imdada yetişir. İnce ince dilimlenip kenarları alınmış sandviç ekmeği içinde cheddar peyniri ile yerini alır, sandviç makinesinde bi güzel pişirilir, afiyetle yenir, yanına çayla fln hoş bi ikili oluşturur.

Pazartesi, Kasım 23, 2009

Ünlüleri Yakından Tanıyalım Vol. 001


Yeni bir yazı dizisine başlamaya karar verdim, esasında çokça meşhur olmuş fakat halkımızca fazla bilinmeyen ünlülerin hayatları hakkında detaylara yer vermek istiyorum bu bölümde. Her hafta farklı bir ünlü isim tanıtmaya çalışacağım elimden geldiğince.

Bu haftanın ünlü ismi "Yalan Sayalan". Birçoğunuz kendisini tanımaz ama Türk Sanat Müziğinin eşsiz isimlerindendir kendisi. Boşnak kökenli sanatçı gazinoların popüler olduğu yıllarda zirve yapmış, uğruna gazinolar kapatılmış, plakları yok satmıştır. Hatta bir dönem Eurovizyon'da Türkiye'yi temsil etmesi bile gündeme gelmiştir. Popüler müziğe olan talebin artması, gazino kültürünün yerini çıstak çıstak pop müziğe bırakması sonucu sanatçı hayata küsmüş, kendisini Yeniköy'deki yalısına kilitlemiş, burada sanatsal aktivitelerine devam etmiştir. Zamanında büyük bir servet sahibi olan sanatçı müzik dünyasında bu gelişmelere tepkisini belirtmek için piyasada ne kadar plağı, kaseti, korsan cd'si varsa toplatıp evvela üzerinden dozer geçirmek suretiyle ateşe vermiştir. Bu yüzdendir ki kendsini bugün tanıyan insanların sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Sanatçı 2001 yılının Ocak ayında hayata gözlerini yummuştur. Kendisine hakettiği değeri veremedik ama umarım bundan sonrası için bu bize bir ders, kulağımıza küpe olur, TSM dünya müzik piyasasında hakettiği yerlere kavuşur.

Salı, Kasım 17, 2009

Debbie&Her Notes

Mutfağımız var, çok şahane. 4 fırınımız var, 2si turbo (BOV fln :P), 8 ocak, 2 buzdolabı, 2 lavabo, 1 mikrodalga, 1 ekmek kızartma makinesi, vs... Şimdiii; tüm ekipman çok iyi, lakin bazı problemler var, şöyle ki: Aspiratörler otomatik devreye giriyo, ocağı ya da fırını açtıınızda, ya da EKMEK KIZARTMA MAKİNESİ'ni açtığınızda!!!! Oha arkadaş, ekmek kızartçaz bi ne aspiratörü!!! Çalışmaya başladı mı da 15dk susmuyo meret. Bir diğer olay da yazımızın başlığında ismi geçen çok sevdiğimiz kat sorumlumuz Debbie. Kendisi 30-35 yaşlarında bir bayan, mutfağımızın ve koridorumuzun temizlik ve hijyen işlerinden sorumlu. Sağolsun her çarşamba geliyo, pırıl pırıl oluyo ortalık sayesinde. Yalnız kendisinden bir ricam var, sevgili Debbie, nolursun mikrodalganın şalterini indirme bak mutfakta saatimiz yok senin yüzünden hep yeniden ayarlamak zorunda kalıyoruz, ille not mu bırakalım yani senin gibi. Debbie'nin en ilginç özelliği ise bizlerle olan iletişimini A4 kağıda yazılmış notlar ile sağlaması, hatta kağıt havlu bile kullandığı oluyo bazen bu notlar için. Çarşamba temizlikten sonra mutfağa girdiğimde gözlerim ilk Debbie'nin notlarını arıyor, çok merak ediyorum acaba bugün ne yazmış, ne yapmışız da fırça yemişiz diye :) Seni seviyoruz Debbie.

Pazar, Kasım 15, 2009

Cuma&Ertesi

Geldiğimden beri sanırım en hızlı haftasonuydu, haftasonunun henüz sona ermemiş olması yeni aktivitelerin de önünü açıyor. Neyse biz şu ana kadar olanlarla başlayalım. Az yağışlı, sessiz sakin, sıradan bir Cranfield gecesiydi. Ertesi gün Stonehenge ve Bath'a gidilecek olmasının verdiği hazırlanma endişesiyle odada "Bugün erken yatarım hacı, yarın sabahtan yola çıkçaz, uyurum bi güzel, mis. Zaten geçen haftaiçi de insan gibi uyuyamadık" stratejisini benimseyip, pijamasını giymiş, youtube'da ne kadar saçma video varsa izlemektedir. Birden skype'tan gelen bir mesaj ile irkilir:
S: "Hocam victorların parti vardı, gitsek miydi acaba, pek gidesim yok ama gidelim dersen uyarım"
E: "Abi yarına şimdi erken kalkçaz fln, benim de gidesim yok açıkçası, zor geliyo odadan çıkmak"
S: "Ok abi o zaman gitmeyek"
Bir anda kafada bir şimşek çakar, şimdiden odada leş gibi yaşanıyorsa ileride durum nolacaktır? Gençliğin tadı ne zaman çıkacaktır? Emekli gibi evde pineklemek caiz midir? Tüm bu soruların ışığında:
E: "Abi kalk gidelim ya emekli gibi odada mı oturcaz, bakarız bi sarmazsa döneriz"
S: "Ok abi giyiniom o zaman"
Bu gazla odalarını terk eden eküri partiye dahil olur, saat 23:30 civarıdır, parti 21:30'da başlamıştır, bitmek üzeredir. Aynı yurttaki başka bir parti daha ziyaret edilir, tanıdık insanlar yoktur lakin tanışılır. Yurt partisindeki ortam sarmayıp CSA'e gidilir, burası da saat 2'de kapanmaktadır. Hız alınamaz, ortam bizim flatin mutfağına taşınır. Fosters, Baileys, Smirnoff ve Innocent (bilmeyenler için, innocent %100 doğal bir ÇOCUK içeceği, vodkayla harikalar yaratıyo ama :)) eşliğinde, güzel muhabbet, güzel içkiler ile 5:30'a kadar devam eder. Kafa iyicene güzel olur, odalara çekilinir ama kapılar kilitli tutulmaz, sabah birimiz uyanmazsa diğeri dalsın odaya uyandırsın mantığıyla. Sabah 6:30 hedef saattir uyanmak için çünkü 7'de yola çıkılacaktır. Uyanılır da, ama saat 7:05'te :D Bora sağolsun Serden'i aramış, o da uyandırdı beni, jet hızıyla hazırlanıp koşarak ulaştıımız otobüste gecenin de verdiği mahmurluk ilen bi güzel uyanur. Stonehenge'e varınca leş bi hava vardır, leşlikle kalmaz daha da leş olur, rüzgar çıkar, rağmur başlar. Rüzgar ve yağmur olayı daha da eğlenceli yapmıştır ama. Yakalanan ilginç karelerden sonra rota Bath'a çevrilir, yine uyunur, arada uyanılır sohbet edilir, uyunur. Bath'e varınca ne yapacağını bilemez bünye, önce bi yemek yenir. Finansal sıkıntı vardır, swift beklenmektedir. Debit card sağolsun hayata tutunacak kadar destek sağlanır. Yemek yenir, şehir gezilir, bus tour yapılır, akşam bi bara takılınır, içkiler tüketilir, otobüse binilir, kampüse dönülür, uyunur, uyanılır... Aslında geniş zamanla anlatılan hikayelerden nefret edilir, saçmadır...

Götten Uydurma Yemek Tarifleri Vol.004

Cranfield Usulü Menemen. Malzemeler: 7-8 adet yumurta, 2 mantar, 2 domates, 3 adet renkli renkli biberlerin 4te1i (biberleri 4e böl, her renkten olsun die), bir tutam mild cheddar, 1 tutam red leicester, karabiber, tuz. Yapılışı: Öncelikle çok yoğun 2 gün geçiren, hatta yoğun bir hafta geçiren, güzel bir kahvaltıya aç bir bünye vardır. Pazar sabahı bu tarz bir kahvaltı için çok uygundur. Tavamıza az bişi tereyağı verip ince uzun doğradığımız biberlerimizi dayıyoruz. Akabinde, biberlerin az kıvama gelmesiyle beraber mantar ve domatesleri de tavamıza sallayıp üzerine elde ne kadar yumurta varsa dayıyoruz. Peynir çeşitleriyle de zenginleştirdiğimiz menemenimizi çok kurutmadan karıştırmak suretiyle bir süre pişiriyoruz. Tuz ve karabiberi de ekledikten sonra tabaklara servis yapmadan, tavayı masamızda stratejik bir noktada konuşlandırarak dolapta bekletip şaftını kaydırdığımız ekmekleri sandviç makinesinde ısıtmak suretile bir kombo yaratıp bu şekilde dalıyoruz. Yanına çay olur, kahve olur, meyve suyu olur, süt olur artık orası sizin tercihlerinize kalmış, afiyet olsun efenim.

Cuma, Kasım 13, 2009

Götten Uydurma Yemek Tarifleri Vol.003

Yemeğimiz Penne Stansteddi (uçak biletim masanın üzerinde duruyodu; Sabiha Gökçen - Stansted). Malzemeler: Adı üstünde lan, penne alacan işte, yeni zeytinyağ, tuz, karabiber, acı sos (tobasco felan), soğan, sarımsak, domatiz, kekik. Yapılışı: Makarnamızı haşlak suda güzelcene haşlıyoruz, bir yandan da küp küp doğradığımız soğanları ve ince ince dilimledimiz sarımsağı az zeytinyağlı tavamızda şettiriyoruz. Bu eküri pembeleşince, evvelden kabuğunu soyup küp küp doğradıımız domatizleri de tavaya sallıyoruz. Üzerine karabiber, acı sos, ve kekik de atıp domatesler iyice yumuşayıp kaşıkla ezilebilecek kıvama gelene kadar pişiriyoruz. Bu kıvama gelince kaşıkla eziyoruz domatesleri, püre gibi bişi yapıyoruz. Sonra haşladıımız makarnamızı tencereden bi kaşık yardımıyla çıkarıp hemen yanındaki tavaya sallıyoruz. 1-2 dakika tavada sos ve makarnayı çevirip iyice bir entegrasyon sağlıyoruz bu iki element arasında. Baktık ki domatesli sosumuz makarnanın her yerine eşit olarak dağılmış, hemen bir tabağa alıp servis ediyoruz, bu da böle bi yemek.

Götten Uydurma Yemek Tarifleri Vol.002

İkinci tarifimiz ise et yemeklerinin yanında harika bir lezzet olan Group Structured Mushrooms (MSc Strategic Marketing, Assignment Deadlines, 2009-2010). Malzemeler: Pazarda görüp renklerine vurulduğumuz bu kırmızı, sarı, yeşil renklerdeki devasa biberlerden alıyoruz, bi de mantar yeterli, he az bişi de zeytinyağ tabi. Yapılışı: Tavamıza az bişi zeytinyağdan koyduktan sonra ısınmasını bekliyoruz, baktik ki ısındı, hemen ince uzun dilimlediimiz biberleri itekliyoruz. Tavsiyem biberleri önce bi ortadan bölmeniz, tohumlarını temizleyip içini ykadıktan sonra enlemesine ince ince doğrarsınız. Biberler böle hafiften kıvama gelince (anlıcaksınız o anı, bi denemeniz yeterli) böle çok ince doğramadıımız mantarları (3e ya da 4e bölün yeter, bokunu çıkartmayın) da tavaya atıyoruz. Mantarlar böle bi renk atıp yumuşayınca yemeğimiz oldu demektir, afiyet bal şeker olsun.

Götten Uydurma Yemek Tarifleri Vol.001

Eveeet, buraya ayak bastığımızdan bu yana fotosentezle beslenmiyoruz tabi ki. Napıyoruz?? Kendimiz pişiriyoruuz. (S. Aydemir, 2000) Tabi ki elime yemek kitabı alıp ordaki tarife göre malzeme alıp, bi tutam ondan, 2 yemek kaşığı şundan koyup yemek yapacak halim yok. Bodoslama artık dolapta ne varsa götümüzden uydurup bi yemek yapıyoruz. Şimdi bu isimlere bi de entel dantel isimler bulmak lazım ki millet bi bok sansın, o an gözümün önünde ne varsa kaktırcam isim olarak, kusura bakmayın.
İlk tarfimiz: Foster's Chicken (evet, bira tüketiyoruz). Malzemeler: Soğan, Zeytinyağı, Mısır, Mantar, Tavuk, Hazır Tavuk Baharatı (markayı hatırlamıom walla kırmızı bi karışım, arayın bulun kardeşim herşeyi devletten beklemeyin), Karabiber, Tuz. Yapılışı: Öncelikle bakıyoruz ki tükenen malzemelerle beraber çok da fazla alternatifimiz kalmamış, değişik tatlar, yeni lezzetler peşindeki maceracı bünye elde ne varsak değerlendirmek ister. Öncelikle tavamızı ocağa koyuyoruz, az zeytinyağı ilen beraber önceden dolabın derinliklerinden bulduğumuz yarım soğanı doğrayıp tavamıza atıyoruz. Pembeleşene kadar (bu terimi ilk çıkaran renk körü olmalı muhtemelen) kavurduktan sonra önceden dilimlediğimiz mantarları ve böle uzun ince dilimlediimiz tavukları tavaya dahil ediyoruz üzerine tavuk baharatından ve ayrıca karabiber serpiyoruz. Böle karıştıra karıştıra çevirttiriyoruz, ortama renk gelsin, çoşku gelsin, sinerji oluşsun diye az da konserve mısırdan katıyoruz, ohh mis. Tavukları nasıl sevdiğinize bağlı olarak (az pişmiş - çok pişmiş) tavayı ocaktan alıp bir tabağa boşaltıyoruz. Afiyet olsun.

What's Up

Aylardır bloga zerre katkıda bulunmamış olmam beni üzdü, bir o kadar utandırdı (kesinlikle yalan). Bu süre içerisinde neler yaşandı ama kısaca bi özet geçicek olursak; son lokasyonumuz Cranfield, hayatta bi sıkıntı yok, her şey yolunda, gayet keyif aldığım bir dönem. Biraz da detaylar: Sunum vardı az evvel, sanırım yine gayet iyi olduğunu belirtmeme gerek yok, tanıyanlar bilir :P Bugünü geçip bir anda flashback ile ilk güne dönmek istiyorum. Takriben 2 ayım geçmiş, ilk geldiim günü hatırlıyorum. Lancester Hall Reception'dan odanın anahtarını aldıydım. Sora ablam tarif ettiydi yolu şöle gidion böle gidion die. Çok garip bişi hayatta hiç görmediiniz bi yere gitmek. Neyse, binayı görünce böle hoş bi tebessüm sardıydı tabi, "vay arkadaş" dedim, "adamlar yapmış". Valizleri fırlatıp ufak bi temizlikten sora yöre keşfi, lan bu kampüs Google Earth'te daha büyük gözüküyodu :) Neyse, yörenin çakallıkları, takılıncak mekanlar, ulaşım alternatifleri, alışveriş fasiliteleri hakkında yeterli tecrübeyi biriktirdikten sonra hayatı düzene oturtmak: Paha biçilemez...
Az tavsiyeler şeklinde bir bölüm: Alışveriş için Tesco Online kesinlikle ilk tercih olmalı, konserve ve mikrodalgada pişen gıdalar ilk günlerde iyi gelse de 3 gün sora görmek bile istemiceksiniz, boşuna para harcamayın bu kalemlere. Kalem ucu; çok kritik bi element., 0.7 2B ucu ancak amazon.co.uk'den bulabildim. Ivır zıvır alışverişler için amazon da uygun, online her türlü iyi ;) Masamda iki gündür beklettiğim çaydan bi yudum alayım, mmmhhhh, iğrenç :D Yazmak isteyip de şu an unuttuğum bikaç bişi daha vardı ama, sonrasına artık.

Pazar, Ekim 11, 2009

Akla Takılanlar Vol. 009

"Deadline". Bugünkü konumuz bu, deadline. Nasıl bir kelimedir arkadaşım bu, tamam ödevimizi, projemizi, raporumuzu, her neyse artık gereken şeyi o zamanda kadar yerine getircez. Bu ölüm korkusunu insanların üzerine salmak niye ama??

Cumartesi, Eylül 26, 2009

Hayattan Kesitler Vol. 004

DİKKAT: Uzun yazı, ona göre başlayın, pek eğlenceli de olmayabilir, geyik içeriği de düşük olabilir, baştan uyaralım, konu ilginizi çekmezse okumadan geçme hakkınız var tabi ki :)

Adım adım İngiltere’ye gidiyoruz bu yazıda, ilk izlenimler fln da var tabi. Çantamızı, valizimizi hazırladık bi gün evvelden. Sıkıntılıymış bu süreç, yok o sığdı bu sığmadı, şöyle koysak daha mı iyi vs... Ama şu vakum torbaları iyi iş yaptı, zira hacimce sert, dokuca yumuşak paltom hayatta sığmazdı. İlk defa rötarlı uçtum, ilginçtir. Halbuki 5dk erken kalktığı bile olmuştu uçağımın. Kaptan pilotumuz anons geçtiydi, yolcu listesi tam gözüktüğünden, pist de müsait olduğundan 5dk erken kalkıyoruz diye. Yok artık dediydim ama bu 5dk’nın hesabını 20dk iç hatlar ve belki de yarım saat ile dış hatlarda kesti FlyPgs. Dış hatlar terminaline de çok erken gitmeye gerek yokmuş, kontuar açılmamış olduğundan mal gibi beklemek durumunda kalıyorsunuz. Fazla kilodan 64tl’mi tokatlayan Pegasus, yurtdışı uçuşta check-in’deki abinin de kıyağıyla 5 kuruşuma el süremedi :) İnsan seviniyor böle şeylere, az buz para kesmiyolar yoksa. Yolunu yapmak lazım, check-in görevlisiyle arayı iyi tutun, abi deyin öğrenciyim, 1 senelik eşyam bu benim yapma etme... Neyse, 3.5 saatlik uçak yolculuğu da yoğun gerginlik yaratıyomuş, öyle İzmir-İstanbul’a benzemiyomuş, bunu da öğrendik. İngiltereye inmek üzereyken kabin görevlileri “Landing Card” die bişi dağıtıo, alın bundan, doldurun. Kabinde doldurmazsanız, inince doldurcaksınız, vakit kaybı yaşanmasın boşuna. Stansted’e inerseniz pek alışagelmedik bi tarz sizi bekliyo. Uçaktan terminale ulaşım trenle sağlanmakta, adamlar her noktada toplu ulaşımı dayamışlar, hatta yarmışlar toplu ulaşımı. Pasaport kontrolde sol taraftan devam edip sıramızı bekliyoruz. Bana denk gelen dayı okuldan kağıt fln sordu yok mu bişi die. Gerek yok aslında ama nie sordu anlamadım, almak fena olmaz belki acceptance letterı. Terminalden çıkınca ztn direk aşağıya kıvrılıyosunuz, ordan tren mevcut şeer merkezine, 19pound karşılığı. Otobüs de var, nerden kalkıyo bilmiom, fiyatı da bilmiyom ama trenden daha ucuz sanırım, alternatif oluşturabilir. Londra merkeze ulaştıktan sonra yapılcak en akıllıca hareket bir metro haritası edinmek, hatta bi de şehir haritası çok şık olur, harikalar yaratırsınız. Metro olayı gerçekten yarmış bi durumda bu şehirde, her yere ulaşım metroyla, bir çok farklı hat var, haritadan bakıp hangi hatta hangi istasyonda aktarma yapılıo kabak gibi görülüo zaten. Vending machine kullanımı da baya yaygın bu ülkede. Metro, tren biletleri direk bu makineler üzerinden alınabilir. Tek kullanımlık bilet yerine günlük almak daha iyi olabilir eğer tek yönden fazla kullancaksanız. Oyster denen bi olay var bi de, aynı bizim Kentkart işte. Kredi yüklüyonuz ya da sınırsız paketler alabiliyosunuz, yelpaze geniş yani baya. Bi de zone olayı var metroda. 1-2 gayet yeterli merkez için, diğerlerini geçin derim, görülcek bişi yok oralarda, he oralarda bi yerde kalıosanız alın tabi :) Metroda da bikaç racon var onları da öğretelim. Gerçi yazıo genelde ama olsun. Yürüyen merdivenlerde sağda duracağnız, sol tarafı hızlı gidenler kullanıo. Koridorlarda yürürken “keep left” yazıları göze çarpar, dinleyin soldan devam edin, İngiliz trafiği gibi... Bi de istasyona inince boş noktalara yönelin, genellikle uç kısımlar, rahat edersiniz (belki :P). Bu otobüs turları var bi de, şehri yüzeyden keşfetmek için çok ideal, hem az çok öğreniyosunuz ne var ne yok nedir ne değildir. Big Bus Company tavsiye edilebilir, beleş bot turu fln da veriolar bilete. İlk günden otobüs turu sorası kendinize gezi planı çıkarmanız daha kolay olabilir, o yüzden otobüs turunu ilk günlerde yapın, hatta ilk gün yapın. Yaya olarak gezdiğiniz süre içinde en çok kastıran trafiğin tersten akışı olacak kesinlikle. Alışmak zaman alıo baya, ama kaldırım kenarlarında yazmış adamlar hep sağa bak sola bak diye. Yayalar için olan trafik ışıklarını pek sallayan yok, yani şöyle ki, siz yayasınız, eğer yol müsaitse ama size kırmızı yanıyosa beklemeyin geçin. Zaten görceksiniz pek bekleyen yok herkes geçiyo, apaçelik olmaz, göze batmazsınız merak etmeyin :) Yaya geçidi olayıysa pek hayli eğlenceli, yaya geçidi gördüğünüz an yola atlayın, durup yol veriyo araçlar. Ne kadar şaşırtıcı di mi? Aslında olması gereken bu ama ne yazık ki ülkemizde göremediimiz bi olay. Bu İngilizlerin trafiği gibi prizleri de bi acaip, dönüştürücü şart. Böle 3lü fln garip bişi. Esas bomba musluk sistemi de farklı. Lavabodaki musluktan ne beklersiniz. 2 vana olur di mi, biri sıcak biri soğuk, bi tane de musluk ağzı olur ordan akar su. Ya da aç kapa olur sağa sola çevirir sıcaklığı ayarlarsınız akar tek bi yerden. Bu armutlar 2 ayrı musluk koymuşlar sıcak ve soğuk için. 2 ayrı musluk, 2 ayrı vana, 2 ayrı musluk ağzı demek. Böyle bi dingoluk görmedim ben, umarım yurdumda böle değildir sistem, yoksa bi musluk kapıp değiştirebilirim. Alışveriş sorası sıra sistemi de biraz farklı, gerçi ben sadece Tesco’yu ziyaret ettim diğer yerler nasıldır bilmiyorum ama. Tek bi yerden kuyruğa girip bekliyosunuz. Kasa boşalınca çağırıolar sizi, çok mantıklı bi sistem, çakal gibi “acaba hangi kasa daha boş lan, hangisine girsek sıra önce gelir” gibi düşüncelere boğulmadan ödemenizi yapabiliyosunuz. Aklıma gelmişken diyim, bazı metro hatlarının 2 farklı güzegahı olabiliyor, binmeden önce bakın bi dinleyin, elektronik tabeladan takip edin, sizin gitmek istediğiniz güzergah mı :) Gerçi en kötü ihtimal bi soraki durakta inersiniz, çok bi kayıp olmaz, dakkada bir metro geçiyo çünkü. Şaka değil gerçekten her dakika var sanırım. Bisiklet olayı var bi de şehirde. Baya bir bisikletli var hatta benim gittiğim gün flywalk adı altında bi bisiklet turu vardı. Bisiklet yolları ayrılmış şeritle, hatta trafikte yaya geçidi gibi bisiklet geçişleri var, baya kullanılan bi araç, adım başı da bisikletçi var. Biraz da gezdiğim yerler hakkında yazayım. Millenium Bridge’den kesinlikle geçin, akşam geçin ama, köprünün karşı kıyısından St. Paul’s katedraline bakın bi. London Eye çok yavaş dönüo, ben binmedim gerebilir diye :) Big Ben, Tower Bridge bunlar da görülmeli. Trafalgar’a gidin mutlaka, Big Ben şahane gözüküyo burdan. National Gallery beleş, fütursuzca gezin :) Oxford Circus, Piccadilly Circus gibi isimler yanıltmasın, “circus” meydan anlamında burda. Oxford Street mağazalarla dolu, dayaklık tipler de içermekte baya. Camden Town çok şahane bi mekan, sokak pazarı, ucuz ürünler, ucuz yemek, leş bi hayat, alternatif bi mekan, güzel orası da görün mutlaka. Bu şehirde metro istasyonu bulabildiğiniz takdirde kaybolmanız mümün değil. İzmir için denizi bulmak neyse burası için de metro istasyonu bulmak eşdeğer. Şimdilik bu kadar gibi, Milton Keynes ve hemen akabinde Cranfield yazılarıyla devam edeceğiz. Hatta uzunca bi süre Cranfiled ile devam edebiliriz :) Milton Keynes nasıldır bilmiorum ama Londra gidilesi bi yer, para buldukça ziyaret edeceğim gibi. Hatta bloguma abonelik sistemi getireyim, para gönderin siz bana, ben de Londra’ya gideyim sık sık, yazılar yazayım sizin için, sırf sizi düşündüğümden yani :P Baya uzun olmuş ya, sıkılcak olan okumasın, bunu da sona yazarım akılları alırım yine.

Akla Takılanlar Vol. 008

İnsanın kendiyle barışık olması nasıl salakça bişeydir ya. Opposite approach diye bişi çıkarcam artık, bazı kavramların tam karşıtlarını inceleyerek ne kadar saçma olduklarına gözler önüne sereceğim, evet yaptım gibi bunu, ama bu yazı burda olsun şimdilik. Neyse efenim ne diyorduk; insanın kendiyle barışık olması. Farzedelim ki insan kendiyle küs. Kendi kendine konuşma yok, durum hakkında düşünme, istişare etme yok, kafa boş. Bi düşünce oluşuyo, mesela “acaba çıkıp 2 bira mı çaksam denize karşı” diyosunuz, sora “yok ben senle küsüm necati/hayriye (neyse artık isminiz), bi bok yok sana bugün hayatta gelmem senlen bira içmeğe” diyosunuz. Olamaz böle bişey lan!!! :) Herkes kendiyle barışıktır, kendiyle küs insan da delidir bildiğin.

Çarşamba, Eylül 16, 2009

Conceptual Approach Vol. 007

Motorsporları dünyasını kökten değiştirecek bi proje var bu sefer. Şimdi pist yarışlarında dikkat etmişinizdir, bi bayrak olayı vardır. Misal F1'de. Sarı bayrak, mavi bayrak, yeşil bayrak, çift sarı bayrak, kırmızı bayrak, vs... Bu bayrakları orda sallasınlar diye de bi ton gözetmen olur. Sürekli pisti takip etmek gerekir, bi yandan bayrağı zamanında çekmek gerekir, yoğun stres yani. Konseptimiz: Elektronik Pist Sistemi. Şimdi, bu bayrak sallanan kulelerden bayrakçı gözetmenlerimizi çekiyoruz, çok şahane LED tabelalar koyuyoruz yerlerine. Her kule için de 2 kamera, aksi yönlere bakan, yarış merkezinde 2 monitör, 2 gözetmen yarışı merkezden takip eden. Ya da daha da bi otomasyon, şahane bi bilgisayar yazılımı, araçlarda transponderlar, bilgisayar analiz edip hangi kule için hangi bayrağı çekçeğine karar veriyo, pistteki LED levhamız da bu renkte yanıyo. Gayet şahane bi sistem bence. Hem pist üzerindeki her hareket garanti, hem iş gücünden kazanç. Ödül bile alır lan bu proje, FIA'dan destek de alır, kesin hayata geçer 3-5 yıla. Acaba yapıp köşe mi oldum bu projeyle :P

Akla Takılanlar Vol. 007

Arkadaş Tefal bir fritöz yapmış, 500 kaada itekliyo, belli değil. Olayı da bi kaşık yağla kızartma yapması. Az yağ koyuyon hani yağsız olur, sağlıklı olur gibi bi inanış var ama... Diyelim ki patateslerimizi 5lt yağa dayadık öyle kızarttık. Bu kızartma işlemi sonucunda o tavadaki yağda (ya da 5lt dedik tavaya olmaz o kazan fln olur :P) Her neyse o 5lt'lik yağın hepsi uçup gidiyo mu ki?? Ne farketçek hocam ha 200ml olmuş 1500lt olmuş. Kızartma kızartmadır yani, yağı kızdırcan iyice öyle dayıcan pattizi fazla yağ çekmesin istiyosan. Yoksa olayın az yağ koymakla çok yağ koymakla ilgisi yok sonuçta yemiyosun o yağı, sadece kızartma aşamasında orada bulunuyo o kadar. Çok aptalca bi buluş olmuş Tefal'inki, o kadar da uğraşmışlardır üzerinde gerizekalılar, böyle de damgalarım hemen insanları, zerre acımam.

Salı, Eylül 15, 2009

Sevilen Öğeler Vol. 001

Nefret ettiklerimizi yazıoz sevdiklerimizi de yazalım bari :)
Soğuk ve taze bira, muhteşem.
Bira-pattiz, rakı-balık gibi kombinasyonlar.
Beklenmedik bi anda herhangi bi giysinin cebinden çıkan para, lotoda kazanma hissi veriyor yemin ediyorum.
Güneşli hava, yağmurdan da nefret ederim, yağcaksa gece yağsın kardeşim, gündüz güneşli olacak.
Akşam boyozu, gece gece kilo almak, göbeği bir level üste taşımak için ideal.
Her türlü vergisiz kazanç elde eden esnaf, balık ekmekçi olsun, midyeci olsun, kokoreççi olsun. Vergisiz kazanç lezzetlidir.
Sabahlayıp gündoğumunu izlemek, keza akşamlayıp günbatımını izlemek. Günün geri kalan kısmında bi aksiyon yok. Bu yönden aslında uçak yolculuğu ile çok benzer; tek aksiyon kalkarken inerken, arası tırt.
Uçağın kalkış anı, hastasıyım.
Deklanşör sesi, ama kompakt makinenin o salak sesinden bahsetmiorum, slr olcak cihaz.

Nefret Edilenler Vol. 004

Bitişik yazılan bağlaç olan "de".
Ayrı yazılmayan soru ekleri.
"Kontör" yazmasını beceremeyen bakkal.
Beleş biniş hakkımı hiçe sayıp 0.90tl yiyen kentkart.
Sıcak bira, çok lanet bişi.
1tl altındaki meblağın lafını yapan esnaf. Hayır beleş versin demiorum ama hesap 101tl ise o 1tl'yi yazmaz artık insan, ayıptır ayıp!!!
Vaktinde gelmeyen otobüs, çok başıma geliyo şu sıralar, acaip bilendim ESHOT'a.
Herhangi bi toplu ulaşım aracında zırıl zırıl zırlayan bebek, daha da kötüsü eşşek kadar çocuk.

Akla Takılanlar Vol. 006

Arkadaş yine reklamlardan gideceğim ama bu seferki hakkaten çok asabımı bozdu. Reklamımız Kosla halı şampuanı. Sabah sabah gördüm içim kalktı kahvaltı ederken, bu nasıl bi pisliktir ya. Evde bi tane piç afedersiniz halı pisliklerinden, na böle yumak yumak olanlardan toplamış tıkmış bi torbaya. Görüntü nasıl iğrenç ama, saç mı ararsın, kıl mı ararsın, tüy mü ararsın... Her bok mevcut. İtoğluit bi de sora halıyı fln kanırtıyodu galiba içim kalktı sonuna pek dikkat edemedim ama orda da bi pislik deryası ekranı kapladı. Tamam hadi halı şampuanı, bunları temizliyo diye göstercen diyelim; ulan o zaman tuvalet kağıdı firmaları napsın, onlar da göstersin mi neyi temizliyolar. Reklamı yapan ajansı bulsam, hatta kreatif ekip diye geçinen o denyoları bir bulsam hiç bir şey söylemeden direk yumruğu yapıştırabilirim suratlarına, bu ne iğrençliktir lan!

Conceptual Approach Vol. 006

Eğitici, öğretici, bilgilendirici, mantıklı bir yazıdan sonra yeniden saçma, gereksiz, amaçsız, mantıksız bir yazı yazma isteği içimde dinmek bilmeyen bir şekilde mudullamaya devam ediyor. Konsept değil de bu sefer bi cihaz. Türk kahvemizi içtik mesela, sora napıoruz? Fal bakmak için kapatıyoruz, şöle bi döndertip dıştan içe çevirmek suretiyle soğumaya bırakıyoruz. Buradaki işlemlerin hepsi enerji, ATP, ve vakit kaybı. Yazıktır yaw!! Şimdi şöyle bi cihaz geliştiriyoruz; teknik çizim fln yok bu arada, fikri veriyorum, dileyen üretir köşeyi döner. Kahve için santrifüjlü fala hazırlama makinesi. Nasıl çalışıyo peki? Kahvemizi içtik, tabağı fincanın üzerine koyup cihaza yerleştiriyoruz. Start butonuna basmamızla beraber kahvemiz önce bir santrifüje uğruyor, iyice allak bullak oluyor içi. Akabinde hidrolik bir sistem yardımıyla dıştan içe doğru çevriliyor ve sıvı azot dolu soğutma tankına (takriben -50 santigrat derece) daldırılıp çıkarılıyor. Vakit kaybına son, fala bakılmaya hazır halde fincan, hem de 8 saniyede, muhteşeem!!!

Hayattan Kesitler Vol. 003

Geçen sene bu zamanlar hayat ne kadar rahattı. Tek derdim ders seçmekti, iki seçimlik ders arasında kalmıştım nelerdi hatırlamıorum şu an ama, aldığım derslerden gayet memnunum. Şimdi ders seçecek olsam zerre düşünmem yine aynılarını alırdım. Üniversite süreci sıkıntısızmış aslında, yani o sene ne yapçağın, nerede olcağın belli. Nasıl bi ortam belli. Hayatımın episode bilmemkaçı, bi gerginlik yok değil. Sebep master için üzerinde güneş batmayan topraklara (bkz. Birleşik Krallık, krallık yani, karizma :P) gidecek olmam. Gerçi geçen sene de başvuru sıkıntısı vardı. Bi anlatayım istedim bu süreci, belki bi faydası olur birilerine. Öncelikle süreç karar alma aşamasından başlıyo. Ben bunu istiyorum aga, yaparım dediğiniz an yola girmiş bulunmaktasınız. İkinci adım coğrafi bölge, ülke, okul gibi etmenlere şöyle bi göz atmak olmalı. Bu adamlar ne yapar, ne öğretir, ne gibi programlar vardır, okulun prestiji ne alemdedir, para durumları nasıldır, ne gibi koşullar beklerler vs vs... Çok detaylı olmasa da en azından girilecek olay hakkında bi fikir sahibi olduktan sonra "requirements" kısmını yavaş yavaş doldurmaya gelir. İlk adım TOEFL ve GMAT. Bunlar olmazsa olmaz, bazen olmasa da oluyo aslında ama olsa daha iyi. Okuldaki eğitiminiz İngilizce ise TOEFL ilk aşamada gerekli olmayabilir, fakat sonradan istenebilir de, lakin benim okul istediydi. Bu sınavlar dünya para tutar, sonuçları da biri 4 biri 5 okula beleşe yollar hangisi hangisiydi hatırlamıyorum şu an. Ekstradan göndertmek için para bayılırsınız yine (TOEFL $18, GMAT $25 idi yanlış hatırlamıyorsam). GMAT'de şöyle bir çakallık var ama, sınava girmeden önce sonuçların gideceği okulları belirlemeniz takdirde beleş göndertme olayından faydalanabiliyorsunuz. Sınav bitince şak diye bi erkan çıkıo, seç bakalım 5 okul diyo. Sonradan göndertirim boş geçeyim şu an derseniz, göndertirsiniz soradan da, ama parayla. Bu sınavları da hallettik, okuldan belge topluyoruz sonra. Yeterince transkript, not denkliklerini gösteren belge, eğitim dili İngilizceyse bunu kanıtlayan belge, güncel transkript. Bunlar da tamamsa sıra referans mektuplarına geliyor. Artık bu aşamada okulların kesin belli olması lazım çünkü bu mektupları okula hitaben hatta admission departmanında kim varsa ona hitaben yazdırmamız lazım. Çoğu okulun kendi formatı vardır, ama mesela 7-8 okula başvurcaksanız hocanız oturup da 7-8 formu ayrı ayrı doldurmaz. Çözüm şu; başvurmak istediğiniz okula öncelikle bi mail atın; hacı deyin, ben 7-8 yere başvurcam, hocam ayrı ayrı dolduramaz bu formları ben size antetli kağıda imzalı mimzalı, istediğiniz soruların cevaplarını kapsayan bir ref. mektubu versem uygun mudur? Bu maile gelen cevap %99 uygundur olacaktır zaten içiniz rahat olsun çok fazla kıl okula çıkacağını zannetmiyorum. Haa unuttuk bi de işin SOP kısmı var, diğer bir adıyla Motivation Letter. Bu bazen 2 bazen 3 sayfayla kısıtlanır, kendinizi, o güne değin yaptıklarınızı, master programını neden istediğinizi anlatırsınız. Nolcak lan yazarım ben bunu deyip son ana bırakmayın, 80 kere düzeltmeniz gerekebilir; hatta net gerekir. Şakası yok bu işin çok ciddiyim dikkatli yazın, uzun bi zaman dilimi ayırın. Ref. olayına geri dönecek olursak, okulda sizi tanıyan, bilen, başvurunuz için etkili olabileceğini düşündüğünüz hocalarınızın kapısını çalın. Deyin böyle böyle. Zaten genel bi formatları hazır olur hocaların, kimisi kendi yazar bu formata göre, kimisi sen yaz getir ben imzalarım der. Halledilir yani bi şekilde. Bunları da temin ettik, işimiz baya azaldı. İlave etmek istediğiniz dökümanlar varsa bunları da başvurunuza mutlaka ekleyin; önemli gördüğünüz sertifikalar olabilir mesela, ben onları eklemiştim. Bi de cover letter yazdıydım başvurumla birlikte, bu da bence önemli bi nokta. Programı ne derece istediğinizi belirten bi etmen, bi de kibarlıktır yani, ayı gibi "al, bu da benim başvurum" demektense olaya inceden bi giriş daha hoş. He bi de CV'nizi ekleyin. Gerçi ben durumu paper based aktardım ama çoğu okul başvuruları online alıyo, belgeleri de tez zamanda göndermenizi istiyo. Neyse, başvuruların online kısımlarını hallettiniz, zarflarınız hazır, herşey tamam gibi. Şu adımda bi durun. Benim yaşadığım olayı anlatayım, okullara online başvuruda bulundum, 1 ay kadar sora da tüm okullara belgeleri kargoladım. Aradaki süre kesinlikle benim belgeleri hazırlamamla ve referans almakla alakalı. Neyse, belgeleri kargoya verdiğim gün eve geldim, mailbox'umda okuldan bir mail, kabul edildiniz diyor. Aynı gün kabul edildiğim an zafer turu atıyorum Bostanlı'da demiştim, büyük şok ve sevinç oldu. Bu mailde diyordu ki size bir formal offer letter yolluyoruz, oradaki şeyleri tamamlayıp bize gönderin. Bu formal letter geldi, bir de baktım benim kargoladığım şeyleri istiyo adamlar. Buradan çıkacak ders şu, online başvurunuzu yapıp bekleyebilirsiniz, kabul alırsanız belgelerinizi gönderirsiniz, kargo parasından yırtarsınız. Kargo için de SB Taşımacılık adlı şirketi öneririm, fiyatları iyi, hızlı da taşıyolar, bi sıkıntım olmadı benim. Offer aldınız, belgelerinizi yolladınız. Olay bitti sanıyosanız çok yanılıyosunuz :D Bi kaç kargo daha yapmanız gerekicek muhtemelen, misal mezuniyet belgesi, final transcript, diploma, bankadan alınan finansal durum belgesi vs. Diploma olayı çok önemli, okuldan mezun olur olmaz dilekçenizi verin öğrenci işlerine, diplomanız hemen çıkarılsın. Yoksa master programına kaydınız askıda kalabilir. Bunlar da tamam, pasaport zaten el altında olmalı da, vize işlemlerine girişiyosunuz bundan sonra. Netten arayın bulun neler istiyolar hazırlayın gidin. Danışmanlık şirketlerine para vermeyin boşuna. Ha bi de aklıma gelmişken kimlik belgesi, ya da ne bileyim lise diploması gibi belgeleri kendiniz tercüme edin. Sıkıntı olmaz, okullar kabul ediyo bunu. Gerekirse zaten onaylı tercüme isterler sizden, yok yere notere, tercümana para bayılmayın. Bunlar da hallolduktan sonra bir engel kalmıyo artık, unuttuğum şeyler olabilir belki, hatırladıkça güncellemeye çalışırım. Genel hatlarıyla konuyu ele aldık, daha spesifik olarak ben ne boklar yedim bunun macerasını da daha sonra paylaşmayı düşünüyorum, çok ciddi bi yazı oldu bence, baştan ilgi çekmediyse ya da gerek duymuyosanız okumamanızı salık veririm, bunu da sona yazmam baya saçma oldu ama... :)

Pazar, Eylül 13, 2009

Copyright

Belirteyim bunu da sora çalarlar çırparlar, derler "hacı sen benden alıntı etmişin". Yok öyle bişi, bizzat kendim yazarım, zerre alıntı yapmam. Blogumdan izinsiz alıntı yapan da ayı oğlu ayının oğludur, g.ttur...

Conceptual Approach Vol. 005

IKEA, "Evinizin Herşeyi" değil mi? Rekabet yaratıcı konseptlere takmış bulunmaktayım, şu anki hedefimiz IKEA, konseptimiz ise "Evinizin Hiçbişeyi". Şimdi bu IKEA kastırıyo böle mühendislerini şöyle işlevsel olsun, böyle ergonomik olsun, ambalaj ufak olsun vs. Gerçekten de çok işe yarar şeyler yapıo adamlar, basit ama işlevsel, takdir ediyorum kendilerini, pek ihtiyaçları yok gerçi benim takdirime ama ben çağrımı yapayım yine de: Sevgili IKEA CEO'su efendi, size kendi imkanlarımla kil tablete hazırladığım plaketi vermek istiyorum, artık siz mi gelirsiniz yoksa benim uçak biletini alırsınız HQ'ya ben bilemem. Lafı fazla dolandırmadan biz kendi konseptimize giriş yapalım. IKEA bi taraflarını yırtıyor ev için faideli bir şeyler üreteyim diye. Biz napıoruz? "Evinizin Hiçbişeyi" mottosunu yakalamak için işlevsiz, saçma sapan, gereğinden büyük kutulara konulmuş, yapılması hiç de pratik olmayan, evinize koymaya tenezül etmeyeceğiniz şeyler üretiyoruz. Hatta mühendisler tuttuk bunun için. İşlevsiz mobilyalar, ev araç gereçleri tasarlamaktalar. Öyle sıkı bir tasarım sürecimiz var ki tasarım aşamasında bir işlevi olduğunu farkettiğimiz ürünü türlü modifikasyonlarla kullanılamayacak hale getiriyoruz. Misal bir tasarımcımız bank formunda birşeyler yaptı, bölüm şeflerimiz hemen bunu farkeder, "la bu insanlar bunu bank olarak kullanabilir Niyazi, dik tasar et de bunu oturamasınlar" der, tasarım hemen değiştirilir, saçma, mantıksız bir hal alır. Hatta 10, 15 belki de 20 kere değişen tsarımlar bulunmakta bünyemizde. Çok para getirebilecek bir konsept, adeta niche marketing.

Conceptual Approach Vol. 004

Hayatınızı değiştirecek, dünyaya bakış açınızı 180 derece kaydıracak, inanılmaz bir konseptten bahsedeceğim şu anda. Konseptimiz: İHMALATHANE. Evet, yanlış yazmadım, imalathane değil, keza birşeylerin üretildiği bir yer değil. Adı üzerinde herşeyin sktredildiği, hayatın bir boşluk üzerinde döndüğü bir yer. İhmalathanemizde herşeyi ihmal ediyoruz, sıfır iş yapıyoruz. Çıkış noktası çok tuhaf aslında, sene geçen (2008 :)) Dikili'ye doğru yol almaktayız, araçta bulunanlar Önder, Ali, Durul, Yılmaz, ve Eray (ben). Trafiğin çileden çıkardığı zamanlar, Çiğli geçitleri yapılıo fln o havaalanının ordan geçen leş yoldayız, bünye geyiğe susamış... Neyse, yol kenarında bi tabela göze çarpıyo: "XYZ İmalathanesi", XYZ ne boktu hatırlamıorum şu an, zaten önemli de değil, esas bu noktadan sorası önemli, o geyik önemli :) Bu noktadan yola çıkarak ihmalathane projemizi geliştiriyoruz. Mesela bekleyen 5000 tane siparişimiz var, biz bunu ihmal ediyoruz, yapmıyoruz. Fabrikada yangın mı çıktı, su mu bastı; ihmal ediyoruz. Hammadde sıkıntısı mı var? İhmal et hacı. Bu şekilde köşeyi dönmek an meselesi, gerçi köşeyi de ihmal edersek, dönmeye gerek kalmaz... Boşveeeer, getir ordan iki çay getir sen...

Cumartesi, Eylül 12, 2009

Aaaaaaaaaaaaaaaa!!!!!!!!

Günlerdir hatta haftalardır yazı yazmıyorum ya ne bilendim kendime belli değil. Peki yazmadım ama bu süre içinde ne yaptım. Öncelikle tatil yaptım, 1 gece de olsa tatil yaptım :) Onun dışında evde oturup mal gibi film izledik, günlerce film izledik, ah Bahar bi de Exorcism izleseydik, oy çokluğuna da sahiptik, ezici üstünlüğe sahiptik... Başka ne yaptım? Bilgisayarıma ayar çektim, artık çakma bir Mac sahibiyim, Vista'ya göre cayır cayır çalışmakta. MSN'in leş olması ve Nokia PC Suite olmaması dışında bi yamuğu yok işletim sisteminin; canavar gibi. Desktop'umdan ayrılmak zorunda kaldım, hatta bugün garanti belgelerini çöpe attım tarihleri dolduundan. Ne çok severek almıştım onu, kendi ellerimle toplamıştım, her parçasına dokunmuştum... Farkettim ki desktop bilgisayar kullanıcısıyla daha derin bağlara sahip. Tabi bu toplama olmak koşuluyla geçerli. Duygusal bir bağ vardı bilgisayarımla aramda. Hatırlarım da soğuk bir kış günü, aslında çok da soğuk da değil. Babam al şu parayı dedi kendine bilgisayar al. Ben o paranın yarısı kadar daha ekleyip çok canavar bişi almıştım, bi ay aç gezmiştim ama almıştım. Bazı parçaları bulmak için g.tumu yırttıydım. Anakart misal, nası bela bişise bitürlü bulamadıydım. Neyse, neticede desktop bilgisayar açıktır size karşı, sıcaktır.. İnsanı şekilden şekile sokmaz karşısında otururken. Ama laptop öyle mi??? Laptop soğuktur insana karşı, kapalı bir kutudur.. İletişim kurması zordur, keza tornavida alıp dalması da g.t ister. Desktopa istediğiniz zaman dalabilirsiniz, kasayı açar mutlu olursunuz. Sevgili desktop'um, seni çok özliycem, çok gürültü çıkarıodun gerçi ama iyidin bea hacı... Macbook aldıım an silerim ama kralını tanımam :D ya da i7 işlemcili bi desktop, insanoğlu böyle işte :D

Akla Takılanlar Vol. 005

Bir zamanlar pembe dizi modası vardı. "Cesur ve Güzel" olsun "Yalan Rüzgarı" olsun bir döneme damgasını vuran dizilerdi. O zamanlar Türk dizi sektörü oldukça zayıftı. "Bizimkiler" vardı bi, o kadar. Hatırladıım başka insan gibi dizi yok galiba. Şimdilerde patlama yaşayan dizi sektörüğne o zamanlar alternatif yabancı diziler projesi kapsamında müdahale etseydik bugün dünyanın en çok izlenen dizilerine sahip olabilirdik. Mesela bir "Cesur ve Güzel" alternatifi olarak "Pısırık ve Leş"... Bu dizileri hiç izlemedim ama bahsi geçen dizideki hatun cesur ve güzel ise bizim dizmizdeki de pısırık ve bir o kadar da çirkin olmalı. Adamlar "Ugly Betty" diye dizi yaptı, tuttu. "Yalan Rüzgarı"na altenatifim ise "Doğruluk Dinginliği" adlı dizidir. Yalanın bini bi para olan bu diziye karşılık herkesin doğruyu söylediği, doğruluktan şaşmadığı, buna rağmen soğukkanlılığını ve sakinliğini koruyabildiği bir dizi hayal edelim. Misal "Aşk-ı Memnu"yu bi hayal edelim bu konseptte. Bihter gidip diyecek ki Adnan'a ben Behlül'e hastayım, o da "he iyi o zaman ben de hizmetçilerden biriyile takılırım" dicek fln. Ama gerilim olmıcak dizide. Tutar mı peki, bence kesin tutar. "Pısırık ve Leş" ile kaçırdığımız treni "Doğruluk Dinginliği" adlı diziyle yakalayabiliriz, evet Türkiye, bunu başarabiliriz.

Salı, Ağustos 25, 2009

Hayattan Kesitler Vol. 002

Aynı zamanda öğretici, kendimizi keşfetmemize yardımcı da bi yazı olsun bu sefer... Ne derece tembeliz acaba, ya da ne tür bi tembeliz? İnsanoğlu tembeldir, ben tembel değilim diyen ya büyük yalancıdır, ya da delidir fln... Şu dünyada ağaç altında hamak keyfine hayır diyebilecek insan yoktur, zaten olmasın da, olanlar da insan olmasın, başka bişi olsun. Konuya dönelim, tembelliği derecelendiriyoruz, üşenmeyip bu yazıyı yazdığım için de kendimi ayrıca tebrik ediyorum.
Konuyu örneklerle anlatacağımız için öncelikle durum betimlemesi yapalım. Bilgisayar başında oturuyorsunuz, bomboş, doğru düzgün bi iş yaptığınız yok, ve susadınız. Şimdi;
Extreme Tembel: Susamayı hiçe sayan, mutfağa gitmek bu derece zor gelen bir bünye. Yaşamsal faaliyetlerini sürdürmesi bile büyük bi şans. Doğduğuna pişman olmak böyle bişi olsa gerek, ne güzel anne karnında ekmek elden su gölden...
Temkinli Tembel: Vücudun bir süre sonra suya ihtiyacı olabileceğini düşünen birey yanına termosunu, matarasını, hadi en kötü ihtimalle bardağını alır. Hayatta her şeye karşı hazırlıklıdır, işini şansa bırakmaz.
Simbiyotik Tembel: Suyu kardeşinden ister. Kardeşi suyu getirir. Ama bilir ki yarın öbürgün kardeş de bu şahıstan bir şeyler isteyecektir. Varsın istesin, bu risk göze alınmıştır, vücudun kıpırdamaması lazımdır.
Ne İstediğini Bilen Tembel: Suyu yine kardeşinden ister. Fakat sipariş çok spesifiktir. "Büyük bardakta, soğuk, bi de bardak altlığı" gibi. Geleceği çok parlaktır, hayattan ne istediğini bilir fakat işleri başkalarına yaptırır, müthiş bir yönetici adayıdır.
İlginç Tembel: Suyu içmek için mutfağa kadar gider, fakat dolaptan bardak alması zor gelir. Şişeyi kafaya diker. Çok tehlikeli varlıklardır, genellikle başladıkları işleri yarım bırakırlar, maymun iştahlıdırlar.

Cuma, Ağustos 21, 2009

Akla Takılanlar Vol. 004

Az önce TV izleyeyim dedim, 2 reklama rastladım kafama çok takıldı.
İlki Pril reklamı, Arçelik Pril'i tavsiye ediyor, bir amca var Arçelik'ten güya. Bildiğin Alman, Türkçe bişeyler anlatıo ama ağız farklı oynuyo. Yani Henkel bi reklam çekmiş, sanırım tüm dünyaya aynı reklamı iteklemiş. Türkiye'de Arçelik mühendisi diye geçiyo yaşlı dayı, Almanya'da Bosch, İtalya'da Indesit, İsveç'te Elektrolux... Çok mu zor lan gözlüklü bi tip bulup konuşturmak orda, "Pril şöyle süper, Pril böyle süper" diye.
Diğer reklam da Bebelac. İşte Bebelac'taki bilmemneyi almak için 26lt süt içmek mi ne gerekiomuş günde. Çocuğun önüne devasa bi biberonumsu bişiler koyuyolar, üzerinde 26lt işaretli, içi süt dolu. Yannız şöyle bir sorun var, o biberonumsu şey şu bildiğimiz 19lt'lik damacanalardan pek de büyük değil, toplasan 20lt fln yani anca... Kimi kandırıyon Bebelac!!!

Hayattan Kesitler Vol. 001

Her sene bi boklar olur mutlaka; o seneye damgasını vuran bi şahıs olur, o seneye damgasını vuran sözler olur, söz öbekleri olur. Bu sene mesela; Yaşar Baba, 2009'un efsane karakteri ödülünü kazandı, kalbimizdeki yeri çok ayrı. "Oğluuuuum" ve "canım kurban" sözleri de Yaşar Baba ile beraber kazandığımız diğer elementler oldu. Çok isterdim o gün finalim olmasın, ben de çıkayım gençlerle parkta bira içeyim, Yaşar Baba efsanesini canlı canlı yaşayayım. Neyse ki Tayfun kardeşim videoya çekme başarısını göstermiş de biz de Yaşar Baba'dan mahrum kalmadık, benimsedik kendisini.
2009'a damgasını vuran bir diğer söz ise hiç şüphesiz ki "Lan piçç!!!" oldu. Burdaki vurgu çok önemli ama, içten, derinden gelen, duyguyu, hisleri tam olarak yansıtan bir tonlama... Acaip bişi yani :) Bir de "Nerde onda o g.t" var. Baya gülmüştük buna da, yerine göre büyük etkiler yaratmakta. "Lan piçç!!!" nasıl ortaya çıktı, nerde ortaya çıktı bilmiyorum ama "nerde onda o g.t" kalıbı yaz başıydı çok iyi hatırlarım. Haziranın ilk zamanları, güzel bi sabahlamanın ardından evden çıkmışız, sabah boyozuyla kahvaltı edicez. Deniz kenarında hem biraz oturuyoruz, hem sohbet, hem boyozlarımızı yiyoruz, hem foto çekiyoruz... Yapmadıımız şey yok yani. Bi ara Önder denize gircem ben diyo, Durul "sen girersen ben de girerim" diyor, biz Tayfun'la gazı veriyoruz: "Nereye giriyo lan, nerde onda o g.t!!!" :)
Bu yaza damgasını vuran diğer bir konsept de "gidersen giderim", "yersen yerim", "yaparsan yaparım", "içersen içerim"... Simbiyotik bi yaşam tarzı yani, bi nevi sürü psikolojisi. Ama güzel bi şey, insan kendini yalnız hissetmiyo böylelikle, suça ortak aramak gibi.
Bu seneyi anlattıkça anılar canlanıo sürekli gözümde, acaba önceki yılları da mı ele alsam. Mesela geçen seneyi düşünüyorum. Geçen seneye damgasını vuran olayları canlı olarak yaşayamadım pek, çok üzdü açıkçası bu beni. Gerçi elde olmayan sebeplerdi ama, insan yine de canlı olarak yaşamak istiyor. Bi Tahsin Abi olsun, karısı Rabia olsun... Ya da Önder'deki efsane maç gecesi olsun... Önemli şeyler bunlar.
Bi kaç adım daha geriye gidince hayattaki büyük efsanelerden, aynı zamanda ağır sapıklardan Aydın Abi karşımıza çıkıyor. Kimdir bu Aydın Abi, nedir? Kendisi güzide bir tatil yöremizin (şimdi yöreyi deşifre edip turizmi baltalamayalım :)) ufak bir otelinde "security" (güvenlik değil) olarak görev yapmaktadır. Kısa boylu, tıknaz, sigara dumanından sararmış bıyıklara sahip, tüketim Samsun 216'dan yana. Lacivert kumaş pantalonu, üzerine geçirdiği beyaz atleti ile sapık görünümünü tamamlıyor Aydın Abi. Peki Aydın Abi niye sapık? Anlatalım onu da, ya da anlatmayalım ufak kesitler sunalım:
Sigarasından derin bi nefes çeker Aydın Abi, sora uzaklara dalar, "İlerde sevişiiler galiba"
Devriye gezen Aydın Abi koyun sonundaki kayalıklardan döner, "Kayalıklarda sevişiiler"
Yaşça büyük bir turist bağyan yurdum delikanlısıyla sohbete başlar, ayaküstü muhabbetin sonunda birlikte yürümeye başlarlar uzaklara, olayı dikkatle takip eden Aydın Abi'nin yorumu: "Aha kandirdi"
En büyük efsane, Aydın Abi o gün otelde yaşadığı bir anıyı anlatmaktadır: "İki tane kız geldi barda, bara, oturdu. Biri 13, biri 14 yaşında. Biri bana sulaniiiy, biri bizim şef var, şef garson, ona sulaniiy." Bu andan sonrası ağır baya, blogda yer veremem ama soranlara anlatabilirim daha sonra :)
Hayatım film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden, çok uzun oldu yazı, zamana böleyim bari anılarımı da yer kaplar blogda :P Yahkşemler!!! :D

Pazartesi, Ağustos 17, 2009

Akla Takılanlar Vol. 003

Yıldız kayar dilek tutarız, mum üfleriz dilek tutarız, havuza para atar, ağaca çaput bağlar dilek tutarız... Ota boka dilek tutuyoruz işte, demek ki o kadar bi muhtaç haldeyiz ki "lan bi yerlerden bişey olsa da evde bulaşık makinesinin tuzu bitmiş onu dilesem" diye dilek tutmak an meselesi. Pekii, dilek tutarken hiç düşündük mü bu dilek yeterince iyi mi diye? Ben bugün farkettim, feribotla karşıya geçerken yıldız kaydı bi yapıştırdım hemen dileğimi. Sonra dedim ki bu dilek işini SMART uygulayarak daha efektif hale getirebiliriz. Şimdi bu SMART denen meret ne oluyor? Hemen anlatalım; şöyle ki, yönetim biliminde hedefleri, amaçları değerlendirme maksatlı bir kriter. Esasında içerdiği 5 öğenin baş harfleri. "S: Specific, M: Measurable, A: Achievable, R: Realistic, T: Time Framed" şeklinde. Şimdi iki farklı dilek dileyelim, biri std. gotumuzden attığımız bir dilek olsun, bir de aynı dileği SMART kriterine uygun bir şekilde dileyelim. Farz edelim ki "Benim de bir kız arkadaşım olsun" gibi bir dilekte bulunduk. Öneleştiri: Böyle boktan bi dilek görmedim ben hayatımda, neyse konuya devam. Çok mantıksız saçma bir dilek, dikkate alındığında ertesi gün leş ötesi bir kızla çıkıyo olmanız muhtemel. İşte SMART uygulayarak bu ve buna benzer riskleri ortadan kaldırmayı hedefliyoruz. Adım adım gidelim, öncelikle "specific" dediydik, o zaman somut birşeyler dileyelim, net olsun, misal Adriana Lima. "Measurable" kısmını anlık atlayıp "achievable"a geçelim. Adriana Lima'yı kaldırmamız pek de mümkün olamayacağından tıpkısının aynısı diyelim. Aynı zamanda "realistic" de, insandır yani en nihayetinde. "Measurable" için şunu kullanalım, one-night-stand mi yoksa uzun süreli mi yoksa ne bileyim evlilik fln mı. "Time framed" olayında ise hemen yarın istiyorum, bir ay içerisinde, önümüzdeki beş yıllık kalkınma planım dahilinde gibi öğelerle dileğimizi tamamlayalım. Şimdi noldu, baştan toparlayalım konuyu: "Önümüzdeki 5 yıl içerisinde Adriana Lima güzelliğine sahip bir bağyan ile evlenip çoluk çocuk sahibi olmayı, mutlu bir yuva kurmayı diliyorum". İşte size hedefe tam olarak kilitlenmiş, şaşması imkansız bir dilek, hayırlısı artık bundan sonrası için.

Cumartesi, Ağustos 15, 2009

Nefret Edilenler Vol. 003

Günler boyu o koy senin, bu plaj benim yüz yüz, kulağa damla su kaçmasın; eve gel duş al, sol kulakta bi tıkanıklık, yemek yerken bi gerginlik... Hayattan soğudum yemin ediyorum, nefret ettim!

Akla Takılanlar Vol. 002

Bu seferki sıkıntı ergonomi. Yurdumuzdaki parklarda genellikle rastlanan durum. Park yapılır, yürüyüş alanları belirlenir, kalan kısımlar çimlendirilir, ağaçlandırılır, çiçeklendirilir. Sonrasında yürüyüş yolları ergonomik olmadığından "çimlere basmayın", "çiçekleri ezmeyin", "çalıların üzerinden atlamayın" gibi komik uyarı levhaları asılır. Hatta iş inada biner, insanlar ısrarla çimden yürür, o bölge kurur, yol oluşur. Akabinde belediye hemen olaya el atar, bikaç ahşap kazık çakar, ekili alanları iple çevirir. Yurdum insanı vazgeçmez, bu sefer ipin üstünden atlar ya da ipi koparır. Daha da ileriki safhalarda olay yerine bekçi dikilir, ekili alana bastığınız an "basma yeğenim, geç yoldan dolaş" diye peşinizden koşturur vs.
Aslında çözüm gayet basit. Parklardaki yürüyüş yolları "hacı şurdan düz ver, şurdan bi kıvrım at" şeklinde bodoslama değil, önceden planlayarak, "aga bu insanlar nerden yürür, şöyle bi yol versek kullanılır mı" diye düşünerek yapılmalı. Hatta alanı dandik bi çimle kapla park yapmadan evvel, sal 10000 kişiyi alana. En çok yürünen yerlerden geçir yolu, bence çok mantıklı.

İlişki Analizleri Vol. 003


Analizlerimizin üçüncü bölümünde ATAR olayına değineceğiz. Öncelikle ATAR nedir? ATAR yapmak arıza çıkarmaktır, tartışma yaratmaktır, ortamı germektir. Durup durduk yere, küçük bir olay yüzünden, veya cidden önemli bir olay yüzünden ATAR yapılabilir. İsviçreli bilimadamlarının yaptığı araştırmaya göre bir ilişkideki ATAR'ların 84%'ü sebepsiz ya da yapılan ATAR'a oranla çok önemsiz bir sebepten kaynaklanmaktadır. Şimdi gelin ATAR'ın ilişki içerisindeki yeri ve önemine bakalım. İlişkiyi yine 10 eşit zaman dilimi halinde inceliyoruz ve bu zaman dilimi sonunda noktalandığını var sayıyoruz. Beklenen ATAR (Expected) ve gelen ATAR (Incoming) dışındaki diğer değişkenleri sabit kabul ediyoruz. En başta gençler konuşmuş anlaşmış, herhangi bir ATAR beklentisi yok, keza ATAR da yok. İlerleyen zaman dilimlerinde erkek bireyde bir ATAR beklentisi başlar. Olmazsa olmazdır çünkü, ATAR'sız ilişki, rollcage'siz WRC'ye benzer. Burada excess demand gözlüyoruz. Yani ATAR için bir talep var, fakat ortada ATAR yok. Intersection point'e kadar aslında işler gayet yolunda. İlişkide ATAR'ın artmasıyla beraber expected ATAR'da da bir değişim gözlüyoruz. Kabul edilebilir ATAR seviyesi level 7'ye kadar çıkıyor. Bu rakamlar çok tehlikelidir. Zaten incoming ATAR'ın expected ATAR'ı geçtiğini görüyoruz. Yani excess supply var. Fazla ATAR bünyede yorgunluk, bezginlik yaratır. Bu da expected level'ın düşmesine sebep olacaktır. Bu düşüşle beraber dişi zat "Sen benimle ilgilenmiyosun, sen beni sevmiyosun" diye ATAR miktarını iyice arttıracaktır. 10. zaman diliminde incoming ATAR tavan yaparken expected çok düşük seviyelere iner. Level 18'lere dayanmış bir ATAR'dan sonra ilişkiden hayır beklemek neredeyse imkansızdır. Ne yazık bir son daha yaklaşmıştır, hatta gelmiştir, inecek vardır.

Whois?


Gönderen "SIR" yazıyor yazılarımın sonunda; buradaki sır gizli kalması gereken manasındaki sır değil, sıfat olan "Sir". Bir senelik İngiltere maceram sonunda "Sir" ünvanı kazanmayı hedefliyorum, hatta davetiyemi bile hazırladım tören için, bi tek tarih kısmı eksik, onu da eklerim belli olunca. Sizden ricam çiçek böcek göndermemeniz, onun yerine ağaç dikin bişi yapın, doğaya katkınız olsun.

Conceptual Appoach Vol. 003

Her çağa saçma sapan bir isim takma modası son yıllarda tavan yaptı. Uzay çağı, bilgisayar çağı, iletişim çağı... En büyük atılım da zannedersem kablosuz iletişim çağıyla yakalandı. İnsanoğlu yüzyıllardır (oha!) mahkum kaldığı kablolardan kurtuldu; cep telefonu, kablosuz internet vs. ile elektronik cihazlar özgürlüğün keyfini sürmekte. Şimdi sıra hala kablolara veya benzeri aparatlara mahkum kalan diğer cihazları kablolardan kurtarmaya geldi.
Burada önceliği wireless nargile projesine vermek istiyorum. Şişeyi marpuca bağlayan kordon, çık artık aradan!!! He bu iş nasıl olur derseniz, o kısmı beni ilgilendirmez.
Diğer bir proje, yıllardır şehir hatları vapurlarına biniyoruz. Vapur iskeleye yanaşır, halat bağlanır vs... Yap bi wireless iskele, çıkar halatları aradan. Kaptan yukardan bağlan desin, gemiyi bağlamak istediği iskeleyi seçsin, gerekirse şifreyi girsin, olay hallolsun.
Bu iki proje sadece bir başlangıç, wireless hayatımızda çok önemli bir kavram olma yolunda ilerliyor, gelecekte wireless mühendisleri dünyamızı şekillendirecek. Wireless'ı sevin.

Cuma, Ağustos 14, 2009

Akla Takılanlar Vol. 001

Herşeyi "vol. bilmemkaç" olarak yazacağım, evet. Şu anki formatla 1000 adet yazı çakabilirim aynı başlığa, gayet makul bir sayı bence. Neyse konumuza girelim; aklıma ne takıldı? Şimdi bu filmlerin, dizilerin büyük bir kısmında bir "Dünya'yı ele geçirme" çabası var. Zehirleme, asma, kesme, bombalama, tehdit, şantaj... ne ararsan var yani kısacası. Hedef güzel, buraya kadar sıkıntı yok. Peki ya sonrası? Farzedelim ki bu eşşoğlueşşekler Dünya'yı ele geçirdi. Eeee?? Sonrası için bir plan, bir kaygı yok. Biri de çıksın desin ki "Kardeşim, ben Dünya'yı ele geçiricem, sonra soğan ekicem, patates ekicem". Yok, yok, yok!!! Şöyle güzel bir planı olan olsa yemin ediyorum gereken katkıyı sağlıcam elimden geldiğince, yeter ki dünya ele geçirilsin.
Dahili düşmanlar olduğu gibi bi de harici versiyonları var bunların, o kısım daha da acaip. Uzaylılar gelir bilmemkaç milyon ışık yılı öteden, dünyayı ele geçirmeye. Daha da sapık olanlar yeryüzüne nevaleyi gömer yıllar evvelinden, gün gelir yer altından tripodlar çıkar bilmemnolur. Plan, proje şart.

Çarşamba, Ağustos 12, 2009

Intro

Farkettim ki blogu tanıtacak herhangi bir yazı yazmamışım, aslında farketmedim; bilerek, isteyerek yaptım, şu andan sonra da yazmaya niyetim yok. Gereksiz görüyorum böyle bişeyi, yazmıyorum arkadaşım!!!

Salı, Ağustos 11, 2009

Conceptual Appoach Vol. 002

Bugün zehir gibi işliyorum yemin ediyorum. İkinci konseptimiz herşey dahil sistemlere kapak olacak herşey hariç (alles exclusive). Şimdi, herşey dahil otele gidiyoruz, sabahtan akşama ökküz gibi yiyip içiyoruz, camış gibi uyuyoruz. Ne yöreye bir katkımız var, ne kendimize. Şimdi herşey hariç (hiçbişi dahil, bok yesin ibneler, skime kadar gibi versiyonları da mevcut) sistemi yakından tanıyalım. Buradan sonra konseptin iyi kavranması için bir canlandırma yapıcaz hepberaber. Farzedelim ki herşey hariç otelimize gittik, valizleri yere bıraktık, resepsiyona vardık. Resepsiyonda doldurmamız gereken formlar 50kr karşılığında satılmakta, form doldurmak için gerekli tükenmez kalem de 50kr. Giriş yapmak için 1tl. Sonra giriş eleman ücreti katkı payı, bilgisayara dataları gircek yorulcak. 1tl de bunun için. Anahtarımızı alırken anahtar ücreti veriyoruz, 1tl de bu. Asansöre yürüyoruz, çıkacağımız her kat için asansöre 1tl atıyoruz, merdivenle çıkmak istersek kat sınırlaması olmaksınız 1tl karşılığında turnikelerden geçerek tırmanmaya başlıyoruz. Odamıza ulaştık, anahtar deliği kapalı gözüküyor, çünkü kilit yıpranma payı'nı ödememiz gerekli, kapının yanındaki kumbaraya 50kr atıp kilidi işlevsel hale getiriyoruz. Odada elektrik, su ve telefon kontörlü sistemle çalışıyo. 1 günlük tatil için 10tl'lik su, 10tl'lik elektrik ve 2tl'lik telefon yeterli gibi. Tabi otel dışı aranıcaksa telefon için daha fazla kontör alınmalı. Odamıza yerleştikten sonra havuza iniyoruz, havuz dolum ücreti, havuz bakım ücreti, havuz kimyasal ücreti başlıkları altında talep edilen ücretleri ödedikten şezlong ücretini de ödeyip seriliyoruz. Gölge için şemsiye ücretini belirtmeme gerek yok sanırım. Yemek olayı daha bir muamma, açık büfe ama soğuk mezelerin kaşığı 2tl, sıcakların porsiyonu 5tl, tatlılar ise 4tl ile 10tl arasında değişmekte. İçki servisi de keza ayrıca ücretlendiriliyor. Yemekten sonra şöyle iskeleden bi denize atlayalım dedik. Bunun için iskele yapım katkı bedeli olan 3tl'yi yatırıyoruz. Deniz bakım 2tl, kumsal temizliği için ise yine bir 2tl bayılıyoruz. Otelde toplu alanda çalan müzikleri dinlemek istersek eğer, 5tl ses sistemi katılım bedeli ve 2tl çalınan eserler telif hakkı katılım bedeli veriyoruz. Yok dinlemek istemezsek girişte özel bir kulak tıkacı almamız gerekiyor, bunun bedeli ise 2tl. Ertesi gün uyanında odam temizlenir diye beklemeyin. Temiz malzemeleri katkı payı, kimyasal katkı payı, pis su arıtma ücreti, temizlik elemanı katkı payı, vs ücretleri ödemeden bu servisten yararlanmak mümkün değil...
Peki, bu sistem bize ne fayda sağlıyor? Şöyle ki, her şey dahil diye gittiğimiz çoğu yerde bu mu herşey dahil dediğimiz bir hizmetle karşılaşıyoruz. Paranın tam karşılığı olmadığını düşünüyoruz. Fakat her şey hariç bi sistem olsa, paramızın karşılığını sonuna kadar alırız, muhteşem bir tatil geçiririz.

Conceptual Appoach Vol. 001

Yeni bir işe başladınız, yeni bir mekan açtınız, yeni bir yere gittiniz... Konsept önemli bir şey diyerek konuya dan diye girmek istiyorum. Konsept candır, tarzını belli etme yoludur. Her ne kadar fikirlerimin çalınmasından korksam da toplumdan bunları esirgemiycem. Varsın ben olmasın başkası yapsın, ekmeğini başkası yesin, maksat toplum gelişsin, ilerlesin.
Merkezi sistem. Ne güzel bir şeydir merkezi sistem, acayip hastasıyım. Herşey merkezi sistem olmalı. Mesela kalorifer. Kat kaloriferi olsa evinizde cayır cayır yakarsınız di mi. Ev de sıcacık olur. Ohh, miss... Ama işin aslı öyle değil işte, bi komşunuz soba gibi kullanır kaloriferi, sadece oturduğu odayı açar, bina genel olarak insan gibi ısınmadığından sizin de hem yakıt tüketiminiz artar, hem de evinizin ısınma süresi. Nerden kalorifere bağladıysak, konumuz merkezi sistem kalorifer değil. Konu merkezi sistem bira servis eden bar. Nasıl mı? Şimdi şöyle anlatalım: Barımızda masalar sabit, her masaya ulaşan bir tesisat var, ayrıca her masanın yanında mavi, bildiğimiz pis izsu sayaçlarından. Bir de musluk ve vana tabi ki :) Gidiyoruz mekana oturuyoruz. Bardaklarımızı alıyoruz, dayıyoruz musluğa, serin serin buz gibi biramız aktıkça sayaç da takır takır işliyo. Garson gel, garson git derdi yok. Çıkarken de hesabı metreküp cinsinden (oha!) ödüyoruz. Bence muhteşem bir konsept ;)

İlişki Analizleri Vol. 002


İlişki analizlerimize kaldığımız yerden tam gaz devam ediyoruz. Bu chapter'da konumuz SMS, bildiğimiz mesaj işte. Grafikte birbiriyle önceden pek bi alakası olmayan 2 insan baz alınmış. Bu sebepten grafik sıfır noktasından başlamakta. Burada bir ilişkiyi 10 eşit zaman diliminde inceliyoruz. Şimdi, "introduction to yazış" evresinde mesaj trafiği hafif hafif başlıyor. Karşılıklı alınan tepkilere bağlı olarak yumuşak bir curve şeklini alan grafik bir müddet sonra peak değerlere ulaşıyor. Biz burada kısa süreli bir ilişkiyi baz aldığımızdan grafiğimiz çok da dalgalı bir seyir izlemiyor. İlerleyen bölümlerde uzun süreli bir ilişkiyi de inceliyeceğiz, böyle bir ilişkide SMS / Time grafiğinin daha dalgalı bir seyir halinde olduğunu görecekseniz. Yeri gelmişken söyleyelim, uzun süreli ilişkinin dalgalı bir grafiğe sahip olmasının yegane sebebi insanoğlunun biyolojik sınırlarıyla alakalıdır. Hiç kimse günde 500 mesaj yazamaz, 500 mesaj okuyamaz. Hem zaman kaybıdır, hem biyolojik açıdan zararlıdır, hem de telefonda mesaj yazmak bir süre sonra sıkıcıdır. Konumuza geri dönelim, burada incelediğimiz kısa süreli ilişkide olayın 7. zaman diliminde boka sardığını görmekteyiz. Gelen SMS'teki ciddi düşüş bir gerginliğin, bir atarın habercisi olabilir. Böyle bir kırılma noktasında alınabilecek en iyi pozisyon geçmiş değerlendirmesi yapmaktır. Sonuçta ilişki long-term boyuta taşınıyor, bu yüzden de bir düşüş yaşanıyor olabilir. Lakin, çok keskin bir düşüş muhtemelen büyük bir atarın ya da büyük bir sonun habercisidir. Geçmiş değerlendirmesinde temiz iseniz, kendinizi sona hazırlamanızı tavsiye ederim. Ha derseniz ki "Biz neler gördük", bekle biraz bunu da görecen :) (bkz. bunu, "bunu" kavramını da daha sonra açıklıycam)

Nefret Edilenler Vol. 002

Tam anlamıyla bir nefret sayılmasa da gereksiz bir davranışın altını çizmek istiyorum :) Güzel bir manzara gördüğünde cep telefonuyla saatlerce uğraşarak fotoğraf çekmeye çalışan ahali hakkında. Telefonun sahip olduğu skindirik sensör yüzünden ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar boktan bi fotoğraftan başka bişey ellerine geçmicek, nefret etmiyorum ama uyarmak istedim, hani zaman kaybı yaşanmasın, boşa ATP harcanmasın.

İlişki Analizleri Vol. 001


Analizlerimize bir ilişkinin başlangıcıyla başlıyoruz :) Yaygın gelen inanışa göre taraflar arasında öncelikle bir elektriklenme, bir ilgi duyma oluşmalıdır. Daha sonra karşıdan da alınan feedback'e göre hoşlanma evresine geçilir. Daha sonra sevilir, daha da sonra aşık olunur. Her türlü formata, basmakalıp bilgiye karşı olduğum gibi bu product lifecycle tadındaki "stages in a relationship" şemasına da kesinlikle karşı olduğumu belirtmek isterim. Şimdi ilk görüşte aşk olur mu olmaz mı onu sktredelim. Buradaki esas nokta yurdum insanının 84% ile yukarıdaki grafiğe saygı duyması, özümsemesi, inanmasıdır. Sonra yarın öbürgün "Seni seviyorum Ayşecan" dediğinizde, "Ama Ahmetgül, şu anda biz ilgi duyma aşamasındayız, hoşlanma aşamasına gelebilmemiz için bi iki ay, beni sevebilme mertebesine erişmek için ise dört beş ay var, sonra da aşık olman lazım" tepkisiyle karşılaşınca "Amk böle işin" demeyin :)
Analiz: Ne zaman birine aşık oldunuz? Muhtemelen ilkokul dönemlerine denk gelen bir zaman dilimindedir. Ya da anaokulu ya da daha önce ne bileyim işin bu kısmı pek de önemli değil açıkçası ne zaman oldunuzsa oldunuz çok da umrumda değil yaniaçıkçası :) Ana noktamız şu; o yaşlarda eğer birine karşı birşeyler hissediyorsanız genelde karşılaşılan tepki "Ahmet Ayşeyi seee-viiiiii-yooooo!!!" şeklinde alaylı bir şarkıdır. Allahım ne utanç vericidir, "Sevmiyom lan" fln der Ahmet de Ayşe de ama nafile. O çağdan kalan birşey sanırım bi sevmekten korkma olayı. Neyse, konudan fazla kaymadan devam edelim. Bu yazının teması "stages in a relationship" olacaydı. Yok böyle bişi!!! İnsanoğlunun her boku belirli bi düzene, bi bilmemneye oturtmanın çabası. Gelin bahsi geçen "stage"leri gönlümüzce değiştirelim. Mesela Ayşecan Ahmetgül'e aşık olsun önce, sonra baksın ki Ahmetgül bok bi adam, hoşlanma level'ına geçsin, sonra Ahmetgül Ayşecan'a yazmaya başlasın, Ayşecan desin ki "Aha kandirdi" ve bu sefer aşık olmasın hadi çat diye sevmeye başlasın Ahmetgül'ü. Olamaz mı? Neden olmasın :)

Nefret Edilenler Vol. 001

Trafikte karşılaşılan manzaralarla alakalı bir nefret edilenler listesi:

Yeni nesil araçlarda emniyet kemeri ikaz sesinden kurtulmak, fakat kemer takmamanın da rahatlığını yaşamak isteyen yurdum halkının emniyet kemerini koltuk arkası, kafalık üstü, vs bilimum yerden geçirmek suretiyle imza attığı müthiş çakallık, kesinlikle hastasıyım bu hareketin. Çünkü emniyet kemeri kesinlikle gereksiz bir aksesuar, oldukça rahatsızlık verici, bir o kadar da işlevsiz. Bu hareketi ayakta alkışlıyorum.

Yükseklik ayarlı sürücü koltuğunun bize en büyük faydası nedir? Tabi ki koltuğu mümkün olduğunca aşağıya indirebilme lüksü. Bir de iyice geriye çekilmiş, ilaveten iyice geriye yatırılmış bir setup ile gerçekten inanılmaz bir seksilik yakalanıyor araç içinde.

Park manevraları sırasında ya da araç durduğu yerde duruyor iken park lambası adı altında bir far ayarı vardır, kullanılması şiddetle tavsiye edilir, lakin o sırada civarda cafe, restoran, bar, bank, kaldırım, park, vs bi yerde oturanlara rahatsızlık verilmektedir kısa far gurubuyla. He bi de uzun + sis kullanan apache (bkz. apache, ilerde açıklamasını yapıcam bunların) tayfası var ki onlara da kırmızı kadife kutu içinde plaket vermek istiyorum.

Korna bir selam verme aracı değildir.