Salı, Ağustos 25, 2009

Hayattan Kesitler Vol. 002

Aynı zamanda öğretici, kendimizi keşfetmemize yardımcı da bi yazı olsun bu sefer... Ne derece tembeliz acaba, ya da ne tür bi tembeliz? İnsanoğlu tembeldir, ben tembel değilim diyen ya büyük yalancıdır, ya da delidir fln... Şu dünyada ağaç altında hamak keyfine hayır diyebilecek insan yoktur, zaten olmasın da, olanlar da insan olmasın, başka bişi olsun. Konuya dönelim, tembelliği derecelendiriyoruz, üşenmeyip bu yazıyı yazdığım için de kendimi ayrıca tebrik ediyorum.
Konuyu örneklerle anlatacağımız için öncelikle durum betimlemesi yapalım. Bilgisayar başında oturuyorsunuz, bomboş, doğru düzgün bi iş yaptığınız yok, ve susadınız. Şimdi;
Extreme Tembel: Susamayı hiçe sayan, mutfağa gitmek bu derece zor gelen bir bünye. Yaşamsal faaliyetlerini sürdürmesi bile büyük bi şans. Doğduğuna pişman olmak böyle bişi olsa gerek, ne güzel anne karnında ekmek elden su gölden...
Temkinli Tembel: Vücudun bir süre sonra suya ihtiyacı olabileceğini düşünen birey yanına termosunu, matarasını, hadi en kötü ihtimalle bardağını alır. Hayatta her şeye karşı hazırlıklıdır, işini şansa bırakmaz.
Simbiyotik Tembel: Suyu kardeşinden ister. Kardeşi suyu getirir. Ama bilir ki yarın öbürgün kardeş de bu şahıstan bir şeyler isteyecektir. Varsın istesin, bu risk göze alınmıştır, vücudun kıpırdamaması lazımdır.
Ne İstediğini Bilen Tembel: Suyu yine kardeşinden ister. Fakat sipariş çok spesifiktir. "Büyük bardakta, soğuk, bi de bardak altlığı" gibi. Geleceği çok parlaktır, hayattan ne istediğini bilir fakat işleri başkalarına yaptırır, müthiş bir yönetici adayıdır.
İlginç Tembel: Suyu içmek için mutfağa kadar gider, fakat dolaptan bardak alması zor gelir. Şişeyi kafaya diker. Çok tehlikeli varlıklardır, genellikle başladıkları işleri yarım bırakırlar, maymun iştahlıdırlar.

Cuma, Ağustos 21, 2009

Akla Takılanlar Vol. 004

Az önce TV izleyeyim dedim, 2 reklama rastladım kafama çok takıldı.
İlki Pril reklamı, Arçelik Pril'i tavsiye ediyor, bir amca var Arçelik'ten güya. Bildiğin Alman, Türkçe bişeyler anlatıo ama ağız farklı oynuyo. Yani Henkel bi reklam çekmiş, sanırım tüm dünyaya aynı reklamı iteklemiş. Türkiye'de Arçelik mühendisi diye geçiyo yaşlı dayı, Almanya'da Bosch, İtalya'da Indesit, İsveç'te Elektrolux... Çok mu zor lan gözlüklü bi tip bulup konuşturmak orda, "Pril şöyle süper, Pril böyle süper" diye.
Diğer reklam da Bebelac. İşte Bebelac'taki bilmemneyi almak için 26lt süt içmek mi ne gerekiomuş günde. Çocuğun önüne devasa bi biberonumsu bişiler koyuyolar, üzerinde 26lt işaretli, içi süt dolu. Yannız şöyle bir sorun var, o biberonumsu şey şu bildiğimiz 19lt'lik damacanalardan pek de büyük değil, toplasan 20lt fln yani anca... Kimi kandırıyon Bebelac!!!

Hayattan Kesitler Vol. 001

Her sene bi boklar olur mutlaka; o seneye damgasını vuran bi şahıs olur, o seneye damgasını vuran sözler olur, söz öbekleri olur. Bu sene mesela; Yaşar Baba, 2009'un efsane karakteri ödülünü kazandı, kalbimizdeki yeri çok ayrı. "Oğluuuuum" ve "canım kurban" sözleri de Yaşar Baba ile beraber kazandığımız diğer elementler oldu. Çok isterdim o gün finalim olmasın, ben de çıkayım gençlerle parkta bira içeyim, Yaşar Baba efsanesini canlı canlı yaşayayım. Neyse ki Tayfun kardeşim videoya çekme başarısını göstermiş de biz de Yaşar Baba'dan mahrum kalmadık, benimsedik kendisini.
2009'a damgasını vuran bir diğer söz ise hiç şüphesiz ki "Lan piçç!!!" oldu. Burdaki vurgu çok önemli ama, içten, derinden gelen, duyguyu, hisleri tam olarak yansıtan bir tonlama... Acaip bişi yani :) Bir de "Nerde onda o g.t" var. Baya gülmüştük buna da, yerine göre büyük etkiler yaratmakta. "Lan piçç!!!" nasıl ortaya çıktı, nerde ortaya çıktı bilmiyorum ama "nerde onda o g.t" kalıbı yaz başıydı çok iyi hatırlarım. Haziranın ilk zamanları, güzel bi sabahlamanın ardından evden çıkmışız, sabah boyozuyla kahvaltı edicez. Deniz kenarında hem biraz oturuyoruz, hem sohbet, hem boyozlarımızı yiyoruz, hem foto çekiyoruz... Yapmadıımız şey yok yani. Bi ara Önder denize gircem ben diyo, Durul "sen girersen ben de girerim" diyor, biz Tayfun'la gazı veriyoruz: "Nereye giriyo lan, nerde onda o g.t!!!" :)
Bu yaza damgasını vuran diğer bir konsept de "gidersen giderim", "yersen yerim", "yaparsan yaparım", "içersen içerim"... Simbiyotik bi yaşam tarzı yani, bi nevi sürü psikolojisi. Ama güzel bi şey, insan kendini yalnız hissetmiyo böylelikle, suça ortak aramak gibi.
Bu seneyi anlattıkça anılar canlanıo sürekli gözümde, acaba önceki yılları da mı ele alsam. Mesela geçen seneyi düşünüyorum. Geçen seneye damgasını vuran olayları canlı olarak yaşayamadım pek, çok üzdü açıkçası bu beni. Gerçi elde olmayan sebeplerdi ama, insan yine de canlı olarak yaşamak istiyor. Bi Tahsin Abi olsun, karısı Rabia olsun... Ya da Önder'deki efsane maç gecesi olsun... Önemli şeyler bunlar.
Bi kaç adım daha geriye gidince hayattaki büyük efsanelerden, aynı zamanda ağır sapıklardan Aydın Abi karşımıza çıkıyor. Kimdir bu Aydın Abi, nedir? Kendisi güzide bir tatil yöremizin (şimdi yöreyi deşifre edip turizmi baltalamayalım :)) ufak bir otelinde "security" (güvenlik değil) olarak görev yapmaktadır. Kısa boylu, tıknaz, sigara dumanından sararmış bıyıklara sahip, tüketim Samsun 216'dan yana. Lacivert kumaş pantalonu, üzerine geçirdiği beyaz atleti ile sapık görünümünü tamamlıyor Aydın Abi. Peki Aydın Abi niye sapık? Anlatalım onu da, ya da anlatmayalım ufak kesitler sunalım:
Sigarasından derin bi nefes çeker Aydın Abi, sora uzaklara dalar, "İlerde sevişiiler galiba"
Devriye gezen Aydın Abi koyun sonundaki kayalıklardan döner, "Kayalıklarda sevişiiler"
Yaşça büyük bir turist bağyan yurdum delikanlısıyla sohbete başlar, ayaküstü muhabbetin sonunda birlikte yürümeye başlarlar uzaklara, olayı dikkatle takip eden Aydın Abi'nin yorumu: "Aha kandirdi"
En büyük efsane, Aydın Abi o gün otelde yaşadığı bir anıyı anlatmaktadır: "İki tane kız geldi barda, bara, oturdu. Biri 13, biri 14 yaşında. Biri bana sulaniiiy, biri bizim şef var, şef garson, ona sulaniiy." Bu andan sonrası ağır baya, blogda yer veremem ama soranlara anlatabilirim daha sonra :)
Hayatım film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden, çok uzun oldu yazı, zamana böleyim bari anılarımı da yer kaplar blogda :P Yahkşemler!!! :D

Pazartesi, Ağustos 17, 2009

Akla Takılanlar Vol. 003

Yıldız kayar dilek tutarız, mum üfleriz dilek tutarız, havuza para atar, ağaca çaput bağlar dilek tutarız... Ota boka dilek tutuyoruz işte, demek ki o kadar bi muhtaç haldeyiz ki "lan bi yerlerden bişey olsa da evde bulaşık makinesinin tuzu bitmiş onu dilesem" diye dilek tutmak an meselesi. Pekii, dilek tutarken hiç düşündük mü bu dilek yeterince iyi mi diye? Ben bugün farkettim, feribotla karşıya geçerken yıldız kaydı bi yapıştırdım hemen dileğimi. Sonra dedim ki bu dilek işini SMART uygulayarak daha efektif hale getirebiliriz. Şimdi bu SMART denen meret ne oluyor? Hemen anlatalım; şöyle ki, yönetim biliminde hedefleri, amaçları değerlendirme maksatlı bir kriter. Esasında içerdiği 5 öğenin baş harfleri. "S: Specific, M: Measurable, A: Achievable, R: Realistic, T: Time Framed" şeklinde. Şimdi iki farklı dilek dileyelim, biri std. gotumuzden attığımız bir dilek olsun, bir de aynı dileği SMART kriterine uygun bir şekilde dileyelim. Farz edelim ki "Benim de bir kız arkadaşım olsun" gibi bir dilekte bulunduk. Öneleştiri: Böyle boktan bi dilek görmedim ben hayatımda, neyse konuya devam. Çok mantıksız saçma bir dilek, dikkate alındığında ertesi gün leş ötesi bir kızla çıkıyo olmanız muhtemel. İşte SMART uygulayarak bu ve buna benzer riskleri ortadan kaldırmayı hedefliyoruz. Adım adım gidelim, öncelikle "specific" dediydik, o zaman somut birşeyler dileyelim, net olsun, misal Adriana Lima. "Measurable" kısmını anlık atlayıp "achievable"a geçelim. Adriana Lima'yı kaldırmamız pek de mümkün olamayacağından tıpkısının aynısı diyelim. Aynı zamanda "realistic" de, insandır yani en nihayetinde. "Measurable" için şunu kullanalım, one-night-stand mi yoksa uzun süreli mi yoksa ne bileyim evlilik fln mı. "Time framed" olayında ise hemen yarın istiyorum, bir ay içerisinde, önümüzdeki beş yıllık kalkınma planım dahilinde gibi öğelerle dileğimizi tamamlayalım. Şimdi noldu, baştan toparlayalım konuyu: "Önümüzdeki 5 yıl içerisinde Adriana Lima güzelliğine sahip bir bağyan ile evlenip çoluk çocuk sahibi olmayı, mutlu bir yuva kurmayı diliyorum". İşte size hedefe tam olarak kilitlenmiş, şaşması imkansız bir dilek, hayırlısı artık bundan sonrası için.

Cumartesi, Ağustos 15, 2009

Nefret Edilenler Vol. 003

Günler boyu o koy senin, bu plaj benim yüz yüz, kulağa damla su kaçmasın; eve gel duş al, sol kulakta bi tıkanıklık, yemek yerken bi gerginlik... Hayattan soğudum yemin ediyorum, nefret ettim!

Akla Takılanlar Vol. 002

Bu seferki sıkıntı ergonomi. Yurdumuzdaki parklarda genellikle rastlanan durum. Park yapılır, yürüyüş alanları belirlenir, kalan kısımlar çimlendirilir, ağaçlandırılır, çiçeklendirilir. Sonrasında yürüyüş yolları ergonomik olmadığından "çimlere basmayın", "çiçekleri ezmeyin", "çalıların üzerinden atlamayın" gibi komik uyarı levhaları asılır. Hatta iş inada biner, insanlar ısrarla çimden yürür, o bölge kurur, yol oluşur. Akabinde belediye hemen olaya el atar, bikaç ahşap kazık çakar, ekili alanları iple çevirir. Yurdum insanı vazgeçmez, bu sefer ipin üstünden atlar ya da ipi koparır. Daha da ileriki safhalarda olay yerine bekçi dikilir, ekili alana bastığınız an "basma yeğenim, geç yoldan dolaş" diye peşinizden koşturur vs.
Aslında çözüm gayet basit. Parklardaki yürüyüş yolları "hacı şurdan düz ver, şurdan bi kıvrım at" şeklinde bodoslama değil, önceden planlayarak, "aga bu insanlar nerden yürür, şöyle bi yol versek kullanılır mı" diye düşünerek yapılmalı. Hatta alanı dandik bi çimle kapla park yapmadan evvel, sal 10000 kişiyi alana. En çok yürünen yerlerden geçir yolu, bence çok mantıklı.

İlişki Analizleri Vol. 003


Analizlerimizin üçüncü bölümünde ATAR olayına değineceğiz. Öncelikle ATAR nedir? ATAR yapmak arıza çıkarmaktır, tartışma yaratmaktır, ortamı germektir. Durup durduk yere, küçük bir olay yüzünden, veya cidden önemli bir olay yüzünden ATAR yapılabilir. İsviçreli bilimadamlarının yaptığı araştırmaya göre bir ilişkideki ATAR'ların 84%'ü sebepsiz ya da yapılan ATAR'a oranla çok önemsiz bir sebepten kaynaklanmaktadır. Şimdi gelin ATAR'ın ilişki içerisindeki yeri ve önemine bakalım. İlişkiyi yine 10 eşit zaman dilimi halinde inceliyoruz ve bu zaman dilimi sonunda noktalandığını var sayıyoruz. Beklenen ATAR (Expected) ve gelen ATAR (Incoming) dışındaki diğer değişkenleri sabit kabul ediyoruz. En başta gençler konuşmuş anlaşmış, herhangi bir ATAR beklentisi yok, keza ATAR da yok. İlerleyen zaman dilimlerinde erkek bireyde bir ATAR beklentisi başlar. Olmazsa olmazdır çünkü, ATAR'sız ilişki, rollcage'siz WRC'ye benzer. Burada excess demand gözlüyoruz. Yani ATAR için bir talep var, fakat ortada ATAR yok. Intersection point'e kadar aslında işler gayet yolunda. İlişkide ATAR'ın artmasıyla beraber expected ATAR'da da bir değişim gözlüyoruz. Kabul edilebilir ATAR seviyesi level 7'ye kadar çıkıyor. Bu rakamlar çok tehlikelidir. Zaten incoming ATAR'ın expected ATAR'ı geçtiğini görüyoruz. Yani excess supply var. Fazla ATAR bünyede yorgunluk, bezginlik yaratır. Bu da expected level'ın düşmesine sebep olacaktır. Bu düşüşle beraber dişi zat "Sen benimle ilgilenmiyosun, sen beni sevmiyosun" diye ATAR miktarını iyice arttıracaktır. 10. zaman diliminde incoming ATAR tavan yaparken expected çok düşük seviyelere iner. Level 18'lere dayanmış bir ATAR'dan sonra ilişkiden hayır beklemek neredeyse imkansızdır. Ne yazık bir son daha yaklaşmıştır, hatta gelmiştir, inecek vardır.

Whois?


Gönderen "SIR" yazıyor yazılarımın sonunda; buradaki sır gizli kalması gereken manasındaki sır değil, sıfat olan "Sir". Bir senelik İngiltere maceram sonunda "Sir" ünvanı kazanmayı hedefliyorum, hatta davetiyemi bile hazırladım tören için, bi tek tarih kısmı eksik, onu da eklerim belli olunca. Sizden ricam çiçek böcek göndermemeniz, onun yerine ağaç dikin bişi yapın, doğaya katkınız olsun.

Conceptual Appoach Vol. 003

Her çağa saçma sapan bir isim takma modası son yıllarda tavan yaptı. Uzay çağı, bilgisayar çağı, iletişim çağı... En büyük atılım da zannedersem kablosuz iletişim çağıyla yakalandı. İnsanoğlu yüzyıllardır (oha!) mahkum kaldığı kablolardan kurtuldu; cep telefonu, kablosuz internet vs. ile elektronik cihazlar özgürlüğün keyfini sürmekte. Şimdi sıra hala kablolara veya benzeri aparatlara mahkum kalan diğer cihazları kablolardan kurtarmaya geldi.
Burada önceliği wireless nargile projesine vermek istiyorum. Şişeyi marpuca bağlayan kordon, çık artık aradan!!! He bu iş nasıl olur derseniz, o kısmı beni ilgilendirmez.
Diğer bir proje, yıllardır şehir hatları vapurlarına biniyoruz. Vapur iskeleye yanaşır, halat bağlanır vs... Yap bi wireless iskele, çıkar halatları aradan. Kaptan yukardan bağlan desin, gemiyi bağlamak istediği iskeleyi seçsin, gerekirse şifreyi girsin, olay hallolsun.
Bu iki proje sadece bir başlangıç, wireless hayatımızda çok önemli bir kavram olma yolunda ilerliyor, gelecekte wireless mühendisleri dünyamızı şekillendirecek. Wireless'ı sevin.

Cuma, Ağustos 14, 2009

Akla Takılanlar Vol. 001

Herşeyi "vol. bilmemkaç" olarak yazacağım, evet. Şu anki formatla 1000 adet yazı çakabilirim aynı başlığa, gayet makul bir sayı bence. Neyse konumuza girelim; aklıma ne takıldı? Şimdi bu filmlerin, dizilerin büyük bir kısmında bir "Dünya'yı ele geçirme" çabası var. Zehirleme, asma, kesme, bombalama, tehdit, şantaj... ne ararsan var yani kısacası. Hedef güzel, buraya kadar sıkıntı yok. Peki ya sonrası? Farzedelim ki bu eşşoğlueşşekler Dünya'yı ele geçirdi. Eeee?? Sonrası için bir plan, bir kaygı yok. Biri de çıksın desin ki "Kardeşim, ben Dünya'yı ele geçiricem, sonra soğan ekicem, patates ekicem". Yok, yok, yok!!! Şöyle güzel bir planı olan olsa yemin ediyorum gereken katkıyı sağlıcam elimden geldiğince, yeter ki dünya ele geçirilsin.
Dahili düşmanlar olduğu gibi bi de harici versiyonları var bunların, o kısım daha da acaip. Uzaylılar gelir bilmemkaç milyon ışık yılı öteden, dünyayı ele geçirmeye. Daha da sapık olanlar yeryüzüne nevaleyi gömer yıllar evvelinden, gün gelir yer altından tripodlar çıkar bilmemnolur. Plan, proje şart.

Çarşamba, Ağustos 12, 2009

Intro

Farkettim ki blogu tanıtacak herhangi bir yazı yazmamışım, aslında farketmedim; bilerek, isteyerek yaptım, şu andan sonra da yazmaya niyetim yok. Gereksiz görüyorum böyle bişeyi, yazmıyorum arkadaşım!!!

Salı, Ağustos 11, 2009

Conceptual Appoach Vol. 002

Bugün zehir gibi işliyorum yemin ediyorum. İkinci konseptimiz herşey dahil sistemlere kapak olacak herşey hariç (alles exclusive). Şimdi, herşey dahil otele gidiyoruz, sabahtan akşama ökküz gibi yiyip içiyoruz, camış gibi uyuyoruz. Ne yöreye bir katkımız var, ne kendimize. Şimdi herşey hariç (hiçbişi dahil, bok yesin ibneler, skime kadar gibi versiyonları da mevcut) sistemi yakından tanıyalım. Buradan sonra konseptin iyi kavranması için bir canlandırma yapıcaz hepberaber. Farzedelim ki herşey hariç otelimize gittik, valizleri yere bıraktık, resepsiyona vardık. Resepsiyonda doldurmamız gereken formlar 50kr karşılığında satılmakta, form doldurmak için gerekli tükenmez kalem de 50kr. Giriş yapmak için 1tl. Sonra giriş eleman ücreti katkı payı, bilgisayara dataları gircek yorulcak. 1tl de bunun için. Anahtarımızı alırken anahtar ücreti veriyoruz, 1tl de bu. Asansöre yürüyoruz, çıkacağımız her kat için asansöre 1tl atıyoruz, merdivenle çıkmak istersek kat sınırlaması olmaksınız 1tl karşılığında turnikelerden geçerek tırmanmaya başlıyoruz. Odamıza ulaştık, anahtar deliği kapalı gözüküyor, çünkü kilit yıpranma payı'nı ödememiz gerekli, kapının yanındaki kumbaraya 50kr atıp kilidi işlevsel hale getiriyoruz. Odada elektrik, su ve telefon kontörlü sistemle çalışıyo. 1 günlük tatil için 10tl'lik su, 10tl'lik elektrik ve 2tl'lik telefon yeterli gibi. Tabi otel dışı aranıcaksa telefon için daha fazla kontör alınmalı. Odamıza yerleştikten sonra havuza iniyoruz, havuz dolum ücreti, havuz bakım ücreti, havuz kimyasal ücreti başlıkları altında talep edilen ücretleri ödedikten şezlong ücretini de ödeyip seriliyoruz. Gölge için şemsiye ücretini belirtmeme gerek yok sanırım. Yemek olayı daha bir muamma, açık büfe ama soğuk mezelerin kaşığı 2tl, sıcakların porsiyonu 5tl, tatlılar ise 4tl ile 10tl arasında değişmekte. İçki servisi de keza ayrıca ücretlendiriliyor. Yemekten sonra şöyle iskeleden bi denize atlayalım dedik. Bunun için iskele yapım katkı bedeli olan 3tl'yi yatırıyoruz. Deniz bakım 2tl, kumsal temizliği için ise yine bir 2tl bayılıyoruz. Otelde toplu alanda çalan müzikleri dinlemek istersek eğer, 5tl ses sistemi katılım bedeli ve 2tl çalınan eserler telif hakkı katılım bedeli veriyoruz. Yok dinlemek istemezsek girişte özel bir kulak tıkacı almamız gerekiyor, bunun bedeli ise 2tl. Ertesi gün uyanında odam temizlenir diye beklemeyin. Temiz malzemeleri katkı payı, kimyasal katkı payı, pis su arıtma ücreti, temizlik elemanı katkı payı, vs ücretleri ödemeden bu servisten yararlanmak mümkün değil...
Peki, bu sistem bize ne fayda sağlıyor? Şöyle ki, her şey dahil diye gittiğimiz çoğu yerde bu mu herşey dahil dediğimiz bir hizmetle karşılaşıyoruz. Paranın tam karşılığı olmadığını düşünüyoruz. Fakat her şey hariç bi sistem olsa, paramızın karşılığını sonuna kadar alırız, muhteşem bir tatil geçiririz.

Conceptual Appoach Vol. 001

Yeni bir işe başladınız, yeni bir mekan açtınız, yeni bir yere gittiniz... Konsept önemli bir şey diyerek konuya dan diye girmek istiyorum. Konsept candır, tarzını belli etme yoludur. Her ne kadar fikirlerimin çalınmasından korksam da toplumdan bunları esirgemiycem. Varsın ben olmasın başkası yapsın, ekmeğini başkası yesin, maksat toplum gelişsin, ilerlesin.
Merkezi sistem. Ne güzel bir şeydir merkezi sistem, acayip hastasıyım. Herşey merkezi sistem olmalı. Mesela kalorifer. Kat kaloriferi olsa evinizde cayır cayır yakarsınız di mi. Ev de sıcacık olur. Ohh, miss... Ama işin aslı öyle değil işte, bi komşunuz soba gibi kullanır kaloriferi, sadece oturduğu odayı açar, bina genel olarak insan gibi ısınmadığından sizin de hem yakıt tüketiminiz artar, hem de evinizin ısınma süresi. Nerden kalorifere bağladıysak, konumuz merkezi sistem kalorifer değil. Konu merkezi sistem bira servis eden bar. Nasıl mı? Şimdi şöyle anlatalım: Barımızda masalar sabit, her masaya ulaşan bir tesisat var, ayrıca her masanın yanında mavi, bildiğimiz pis izsu sayaçlarından. Bir de musluk ve vana tabi ki :) Gidiyoruz mekana oturuyoruz. Bardaklarımızı alıyoruz, dayıyoruz musluğa, serin serin buz gibi biramız aktıkça sayaç da takır takır işliyo. Garson gel, garson git derdi yok. Çıkarken de hesabı metreküp cinsinden (oha!) ödüyoruz. Bence muhteşem bir konsept ;)

İlişki Analizleri Vol. 002


İlişki analizlerimize kaldığımız yerden tam gaz devam ediyoruz. Bu chapter'da konumuz SMS, bildiğimiz mesaj işte. Grafikte birbiriyle önceden pek bi alakası olmayan 2 insan baz alınmış. Bu sebepten grafik sıfır noktasından başlamakta. Burada bir ilişkiyi 10 eşit zaman diliminde inceliyoruz. Şimdi, "introduction to yazış" evresinde mesaj trafiği hafif hafif başlıyor. Karşılıklı alınan tepkilere bağlı olarak yumuşak bir curve şeklini alan grafik bir müddet sonra peak değerlere ulaşıyor. Biz burada kısa süreli bir ilişkiyi baz aldığımızdan grafiğimiz çok da dalgalı bir seyir izlemiyor. İlerleyen bölümlerde uzun süreli bir ilişkiyi de inceliyeceğiz, böyle bir ilişkide SMS / Time grafiğinin daha dalgalı bir seyir halinde olduğunu görecekseniz. Yeri gelmişken söyleyelim, uzun süreli ilişkinin dalgalı bir grafiğe sahip olmasının yegane sebebi insanoğlunun biyolojik sınırlarıyla alakalıdır. Hiç kimse günde 500 mesaj yazamaz, 500 mesaj okuyamaz. Hem zaman kaybıdır, hem biyolojik açıdan zararlıdır, hem de telefonda mesaj yazmak bir süre sonra sıkıcıdır. Konumuza geri dönelim, burada incelediğimiz kısa süreli ilişkide olayın 7. zaman diliminde boka sardığını görmekteyiz. Gelen SMS'teki ciddi düşüş bir gerginliğin, bir atarın habercisi olabilir. Böyle bir kırılma noktasında alınabilecek en iyi pozisyon geçmiş değerlendirmesi yapmaktır. Sonuçta ilişki long-term boyuta taşınıyor, bu yüzden de bir düşüş yaşanıyor olabilir. Lakin, çok keskin bir düşüş muhtemelen büyük bir atarın ya da büyük bir sonun habercisidir. Geçmiş değerlendirmesinde temiz iseniz, kendinizi sona hazırlamanızı tavsiye ederim. Ha derseniz ki "Biz neler gördük", bekle biraz bunu da görecen :) (bkz. bunu, "bunu" kavramını da daha sonra açıklıycam)

Nefret Edilenler Vol. 002

Tam anlamıyla bir nefret sayılmasa da gereksiz bir davranışın altını çizmek istiyorum :) Güzel bir manzara gördüğünde cep telefonuyla saatlerce uğraşarak fotoğraf çekmeye çalışan ahali hakkında. Telefonun sahip olduğu skindirik sensör yüzünden ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar boktan bi fotoğraftan başka bişey ellerine geçmicek, nefret etmiyorum ama uyarmak istedim, hani zaman kaybı yaşanmasın, boşa ATP harcanmasın.

İlişki Analizleri Vol. 001


Analizlerimize bir ilişkinin başlangıcıyla başlıyoruz :) Yaygın gelen inanışa göre taraflar arasında öncelikle bir elektriklenme, bir ilgi duyma oluşmalıdır. Daha sonra karşıdan da alınan feedback'e göre hoşlanma evresine geçilir. Daha sonra sevilir, daha da sonra aşık olunur. Her türlü formata, basmakalıp bilgiye karşı olduğum gibi bu product lifecycle tadındaki "stages in a relationship" şemasına da kesinlikle karşı olduğumu belirtmek isterim. Şimdi ilk görüşte aşk olur mu olmaz mı onu sktredelim. Buradaki esas nokta yurdum insanının 84% ile yukarıdaki grafiğe saygı duyması, özümsemesi, inanmasıdır. Sonra yarın öbürgün "Seni seviyorum Ayşecan" dediğinizde, "Ama Ahmetgül, şu anda biz ilgi duyma aşamasındayız, hoşlanma aşamasına gelebilmemiz için bi iki ay, beni sevebilme mertebesine erişmek için ise dört beş ay var, sonra da aşık olman lazım" tepkisiyle karşılaşınca "Amk böle işin" demeyin :)
Analiz: Ne zaman birine aşık oldunuz? Muhtemelen ilkokul dönemlerine denk gelen bir zaman dilimindedir. Ya da anaokulu ya da daha önce ne bileyim işin bu kısmı pek de önemli değil açıkçası ne zaman oldunuzsa oldunuz çok da umrumda değil yaniaçıkçası :) Ana noktamız şu; o yaşlarda eğer birine karşı birşeyler hissediyorsanız genelde karşılaşılan tepki "Ahmet Ayşeyi seee-viiiiii-yooooo!!!" şeklinde alaylı bir şarkıdır. Allahım ne utanç vericidir, "Sevmiyom lan" fln der Ahmet de Ayşe de ama nafile. O çağdan kalan birşey sanırım bi sevmekten korkma olayı. Neyse, konudan fazla kaymadan devam edelim. Bu yazının teması "stages in a relationship" olacaydı. Yok böyle bişi!!! İnsanoğlunun her boku belirli bi düzene, bi bilmemneye oturtmanın çabası. Gelin bahsi geçen "stage"leri gönlümüzce değiştirelim. Mesela Ayşecan Ahmetgül'e aşık olsun önce, sonra baksın ki Ahmetgül bok bi adam, hoşlanma level'ına geçsin, sonra Ahmetgül Ayşecan'a yazmaya başlasın, Ayşecan desin ki "Aha kandirdi" ve bu sefer aşık olmasın hadi çat diye sevmeye başlasın Ahmetgül'ü. Olamaz mı? Neden olmasın :)

Nefret Edilenler Vol. 001

Trafikte karşılaşılan manzaralarla alakalı bir nefret edilenler listesi:

Yeni nesil araçlarda emniyet kemeri ikaz sesinden kurtulmak, fakat kemer takmamanın da rahatlığını yaşamak isteyen yurdum halkının emniyet kemerini koltuk arkası, kafalık üstü, vs bilimum yerden geçirmek suretiyle imza attığı müthiş çakallık, kesinlikle hastasıyım bu hareketin. Çünkü emniyet kemeri kesinlikle gereksiz bir aksesuar, oldukça rahatsızlık verici, bir o kadar da işlevsiz. Bu hareketi ayakta alkışlıyorum.

Yükseklik ayarlı sürücü koltuğunun bize en büyük faydası nedir? Tabi ki koltuğu mümkün olduğunca aşağıya indirebilme lüksü. Bir de iyice geriye çekilmiş, ilaveten iyice geriye yatırılmış bir setup ile gerçekten inanılmaz bir seksilik yakalanıyor araç içinde.

Park manevraları sırasında ya da araç durduğu yerde duruyor iken park lambası adı altında bir far ayarı vardır, kullanılması şiddetle tavsiye edilir, lakin o sırada civarda cafe, restoran, bar, bank, kaldırım, park, vs bi yerde oturanlara rahatsızlık verilmektedir kısa far gurubuyla. He bi de uzun + sis kullanan apache (bkz. apache, ilerde açıklamasını yapıcam bunların) tayfası var ki onlara da kırmızı kadife kutu içinde plaket vermek istiyorum.

Korna bir selam verme aracı değildir.